Yazı: Doç. Dr. Haluk Berkmen

  

21. yüzyıla 16 yıldan beri girmiş bulunuyoruz. Bu yeni yüzyılda hem doğaya hem de insana farklı bir şekilde bakabilme ve yorumlayabilme zamanının gelmiş olduğu görüşündeyim. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz âleme “Fizik âlem” diyoruz. Bu âlemi de Newton tarafından geliştirilmiş Klasik Fizik kavramları ile yorumluyoruz. Çevremizi Newton yasaları ile atom ve atom altı temel parçacıkların âlemini Kuantum Kuramının yasaları ile ve evrenin yapısını Einstein tarafından geliştirilmiş Genel Görelilik yasaları ile yorumluyoruz. Böylece farklı üç âlem tanımlıyor ve farklı yasaların geçerli olduğuna inanıyoruz. Oysaki her üç âlemde aynı yasaların geçerli olması gerekir. Zaten kuramsal fizikçilerin yapmağa çalıştığı da bu üç âlemi tek bir kuram ile açıklayabilmektir. Bu henüz başarılabilmiş değildir. Demek ki bilimde dahi uyumlu bir bakış açısına ulaşılabilmiş değildir.

Kuantum kuramı maddeyi enerji olarak tanımlar ve maddeler arası etkileşimleri enerji alış-verişi olarak görür. Demek ki tüm evreni birtakım enerji alanlarının ortamı olarak kabul edebiliriz. Aynı durum insanlar için de söz konusudur. Her insan bir enerji yumağıdır. Her insan çevresi ile sürekli enerji alış-verişi yapmaktadır. Onu harekete geçiren de çevresinden aldığı etkiler ve enerji dalgalarıdır. Yaşamımızı yönlendiren her eylemimizde bir enerji alış-verişi vardır.

Dolayısıyla, her insan hem bağımsız bir birey hem de ortamdan etkilenen bir varlıktır. İnsanlar yaşadıkları toplumun parçasıdırlar ve o toplumun değerlerinden etkilenirler. Etki-Tepki ilişkisini uyumlu bir şekilde yaşama aktarabilen insana uygar insan denir. İnsan yaşadığı dönemin ve kültürün bir parçası olduğundan, doğadan kopuk ve bağımsız bir varlık değildir. Artık her varlığın –canlı veya cansız- bir bütünsel etkileşim içinde bulunduğunu kabul etmek durumundayız. Zira enerji alış-verişi karşılıklı uyum gerektirir. Günümüzün uyumlu insanı alacağı kararların uzun vadeli etkilerini hesaplayabilen ve doğru karar almak için uzmanlara danışan kişidir. Uzman görüşü bilgi temeline oturan bir yorumdan ibarettir. Önemli olan bilgi ile bilgeliği birleştirerek yaşadığımız çevreye ve doğaya saygılı ve uyumlu olmaktır.

Doğaya saygılı olmak demek, doğal kaynakların tüketilmesinde de uyumlu davranmak ve aşırıya kaçmamak demektir. Doğal kaynakları büyük çapta tüketen zengin ve ekonomik olarak gelişmiş ülkelerdir. Göğe salınan karbondioksit gazı hem sera etkisi yaratarak iklim değişikliğine neden olmakta, hem de asit yağmurları oluşturarak ormanların ölümüne yol açmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler de doğanın yeraltı kaynaklarını tüketmeyi bir başarı ve gelişmişlik ölçütü saymaktadırlar. Oysaki bu tüketim yarışı kazanılması mümkün olmayan ve sonu hüsranla bitecek olan bir ego mücadelesidir. Bu ego, yani bencillik mücadelesi sadece insanlar arasında olmayıp, toplumlar, uluslar ve hatta uluslararası şirketler düzeyinde sürüp gitmektedir. Zira dünyada enerjiye olan bağımlılık artmakta ve enerji kaynaklarını düşüncesizce tüketmek kalkınmış olmanın ölçütü kabul edilmektedir. Örneğin, enerjide büyük oranda dışa bağımlı olan Afrika ülkeleri çareyi yeraltı kaynaklarını tüketmekte arıyor.

Dünyada elektrik enerjisine duyulan gereksinim gittikçe artmaktadır. Ülkeler elektrik ihtiyaçlarını yer altı kaynakları olan kömür, petrol ve doğalgaz yerine yenilenebilir, akarsu, rüzgâr ve güneş enerjisinden sağlamaya yönelirlerse hem daha ucuza elektrik elde edebilirler hem de doğaya daha az zarar vermiş olurlar. Enerjiyi yenilenebilir kaynaklardan elde etmek artık gelişmekte olan ülkelerin sorunu olmaktan çıkmış, tüm dünya ülkelerinin sorunu haline gelmiştir. Zira yer altı kaynakları sınırlıdır ve pek uzak olmayan bir gelecekte tükeneceklerdir. Bu bakımdan sürekli gelişim peşinde koşmak ve enerji kaynaklarını tüketmek yerine doğa ile uyum içinde olmak tek çözüm yolu olarak karşımızda durmaktadır.

Yaşam içinde hem doğa hem de toplumla uyumlu olmak için, bir yandan evrensel değerlere yönelirken, diğer yandan geleneksel ve yerel değerlere önem verilmesinden yanayım. Bu bağlamda anadilimiz olan Türkçe’nin korunması önemlidir. Dilimizi korumanın yolu da mümkün olduğu kadar yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak ve yabancı sözcükleri kullanmaktan kaçınmaya çaba sarf etmektir. Uyum teslimiyet değildir. Karşılıklı anlayış, hoşgörü ve özgüven gerektirir.

Yabancı dil öğrenmek faydalı hatta gereklidir. Ama yabancı dili öğrenirken kendi anadilimizi yozlaştırmaktan da kaçınmalıyız. Amaç dengeli bir eğitim sistemi geliştirmek ve geleneksel yerel kültürle evrensel kültürü bağdaştırmak, diğer bir ifade ile yerel ile evrensel arasında uyum sağlamaktır. Uyumlu gençler yetiştirmek istiyorsak, okullarımızda sadece bilgi aktarmakla yetinmeyip, bilgelik de aktarmayı başarabilmeliyiz. Amaç, gençlere sadece bilgi aktarmak değil, aynı zamanda onların topluma yararlı, çevre ile uyumlu ve kültürlerine saygılı birer uygar insan olmalarını sağlamaktır. Zira uyumlu insan kendi kültürünü tanıyan ve bilgi sahibi olmaktan öte bilgelik yolunda ilerleyen insandır. Bilge kişi sadece gündelik sorunları çözmeye çalışan ve olaylara kısa vadeli bakan bir insan olmayıp, üreteceği çözümün uzun vadeli etkilerini de hesaplayan ve hem doğal çevresiyle hem de sosyal çevresiyle uyum içinde olabilen insandır.

Uyumda yetki ve sorumluluğun dengesi bulunur. Ana ve baba yetkisini sorumsuzca kullanırsa, şiddet ve aşağılanma ile büyüyen çocuk aile sahibi olduğunda eşine ve çocuklarına da sorumsuzca davranır. Sorumlu insan özü sözü bir olan, hoşgörü ve anlayışla davranan, kısaca uyumlu olan insandır. Hoşgörü ve anlayış sadece aile ortamında olmamalı, uluslararası ilişkilerde de yer almalıdır. Zira günümüzde ulusların dış politikalarını maddi çıkarlar ve pratik faydalar yönlendirmektedir. Kısa vadeli sonuçlara odaklı dış politikaya real politik, yani gerçekçi politika denmektedir. Birçok ülkede dünya gerçeklerini kendi çıkarı açısından değerlendiren bir dış politika geçerli ve doğru kabul edilmektedir. Bu tür çıkarcı ve dar görüşlü bir dış politika toplumları ve genel olarak insanlığı çatışmaya ve güç mücadelesine sürüklemektedir.

Eğer gerçek anlamda barış ve uyum sağlanacaksa, kendi çıkarını gözeten bir real politik yerine karşılıklı diyaloga, anlayışa ve hoşgörüye açık bir dış politika geliştirebilmek önemlidir. Yani, dünyanın ülkeleri karşılıklı hoşgörü ve anlayış içinde olayları analiz etmeli ve farklı inanç değerlerine sahip insanların isteklerini ciddiye alıp onları dinlemelidir. Karşılıklı anlayışa ulaşmadan ve halkların değer verdikleri kavramlara saygı göstermeden, tümel ve evrensel bir refah düzeyi sağlanamaz. Nasıl ki bedenimizde beliren en ufak bir sorundan tüm beden etkilenirse, aynı şekilde dünyanın herhangi bir bölgesindeki yerel sorunlardan tüm dünya toplumları etkilenir. Yerel sorunların etkisi anında belli olmasa da, kaçınılmaz şekilde belli bir süre sonra tüm insanlığın sorunu haline dönüşecektir.

Demek ki uyumlu insan olmanın ölçütleri arasında, empati içinde olmak, karşıdakinin duygularını anlamaya çalışmak ve karşılıklı hoşgörüye dayanan bir yaklaşım içinde saygı ve sevgi dengesini oluşturabilmektir. Günümüzde insanlar yalnızlıktan kaçıyorlar ve yalnız kalmamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Sürekli arkadaş ve sevgili arayışı, sürekli bir şeyle meşgul olma isteği hep bu gizli yalnızlık korkusundan ve güven eksikliğinden kaynaklanıyor. Yaşama ve varlığa anlam veremeyen insan kendini de tanımakta zorluk çeker. Çünkü tanımak ile anlamlandırmak arasında yakın bir ilişki vardır. Yaşamına anlam verebilmiş olan insan asla bunalıma ve depresyona girmez ve etki-tepki kısır döngüsü içinde kendini kaybetmez. Yaşamına anlam veremeyen insan ise “varoluşsal boşluk” içine düşebilir. Bugünün insanı varoluşsal boşluk içinde kendi ruhundan habersiz, mekanik bir toplumun küçük bir çarkına dönüşmüş durumda yaşamını sürdürmektedir. Amaç, bu kısır döngüden insanın kendini sıyırabilmesi ve yaşamına anlam vererek özgüvenini ve varoluşsal uyumunu kazanabilmesidir.

 

 

Sizin fikriniz nedir?