Minicik tohumlarız biz, büyümeyi ve gelişmeyi arzulayan. Çok da kocaman şeyler olmamıza ve yapmamıza gerek yok aslında; an’da önümüze geleni kalbimizle okuyup, anladığımızda ona doğru adım atmak hedefimiz olsa, rotamızı bu doğrultuda belirlesek, kapılar açılacaktır peşi sıra.
Merve AY
Annelerimizin rahim kanalından geçip de bu dünyaya adım attığımızda, saf şuurumuzla dünya hayatına merhaba dedik, nefes alıyor ve devam ediyoruz. Bildiklerimiz, depoladıklarımız unutturuluyor gelmeden önce. Sıfırdan başlıyoruz, sürekli hatırlama gayretinde. Kendimizi, özümüzün ihtiyacını hatırlama niyetiyle bebek hallerden erginleşip, geliştiriyor ve büyütüyoruz. Tüm bu anlardan geçerken türlü türlü karşılaşmalar ve deneyimler yaşıyoruz.
Hayat, kendimize yani özümüze ulaşmak için hiç bıkmadan usanmadan bize seçenekler sunuyor; her zaman anlayamasak da, tam da ihtiyaç anında, olması gerektiği gibi bir olay döngüsünü ansızın karşımıza çıkarıyor. Gelenleri yargısızca karşılayıp, anlık şuurumuzun ötesinde daha geniş bir çemberden bakma eğiliminde olup, yaklaşım göstermemizi istiyor. Yapabiliyor muyuz? Çoğu kez hayır. Çünkü direniyoruz. Kabul etmekte zorlanıyor ve kurguladığımız, beklentide olduğumuz şekilde olmayan her şeye cephe alıyoruz. Kendi istediğimiz gibi –oldurmaya- çalışıyoruz. Çekiştiriyoruz ait olmayan yöne, zarar veriyor, hırpalıyoruz. Sonra olmayınca da üzülüyor, umudumuzu kaybediyoruz.
Çoğu kez şuuru en dar şekilde kullanıyor, ihtiyacımız olanı yapamıyor, bazen bile bile yapmıyor, korkuyor, cesaret gösteremiyor ve adım atamıyoruz. Başaramama, mutsuz olma, acı çekme korkusu ile o adımdan uzaklaştırıyoruz kendimizi, hem de kendi kendimize.
İnsan, kendi kendine engel oluyor. En büyük setleri, duvarları biz koyuyoruz önümüze. Kendimize izin vermiyoruz. Oysa kalbimiz çığlık çığlığa bağırıyor, haykırıyor derinlerden. Onu duymamak için tüm gücümüzü kullanıyor, ama ile başlayan cümleler, aynı savunma kalıpları, aslında tam da bu yüzden diye açıklanan kalıplar, anlamış gibi yapıp farklı dışa vurumlar sergiliyoruz. Oysa özümüz bunu istemiyor bizden. Duyalım diye sesleniyor derinlerden. Artık onu fark edebilelim diye yapmadığı kalmıyor. Yeri geliyor sözlerle, kişilerle, doğadan kesitlerle, hayvanlarla hissettirmeye çalışıyor. Fark etsek de, kaçma eğiliminde oluyoruz. Değişmekten, farklı olmaktan korkuyoruz çünkü. Kalıpların, öğretilenlerin, kuralların ve sınırların ötesine geçmenin yanlış kodlamaları ile dolmuş zihin baskın geliyor. Adım atamıyoruz. Görmezden gelme, bastırma, saklama eylemleri ile kaçıyoruz. En basit eylemden en zoruna hepsinde aynı tavır, aynı tepkiler gelip bizi buluyor. Mekanik olarak, şuuru çağırmadan hamlelerimizi seçiyoruz. Tıpkı, düğmesine basılmış ve aynı programı çalıştıran bir makine gibi.
Sonra içimiz rahat etmiyor, kendimize acıyor ve yaptığımızı sorguluyoruz. Huzursuzluk hissi geliyor, içimizde yaşayan çocuk, tüm masumiyeti ve kalbinin saflığı ile buradayım diye fısıldıyor. Hesap yapmadan olduğu gibi bize ulaşmaya çalışıyor. Onu bir kere daha dinleyememenin acısını taşımaya başlıyoruz. Keşkelerle dolu cümleler zihnimize doluyor. Sırtlamaya çalıştığımız yüklere bir yenisini daha ekliyoruz. Her defasında daha da ağırlaşan yüklerle karışıyor, dağılıyoruz. Sonra da zor geliyor çözümlemek. Oysa tüm bunları çözümleyecek, kendimize izin verecek olan kendimiziz. O cesareti bir kere bile olsa gösterdiğimizde yapabiliyor olduğumuzu tecrübe edecek ve dengeleneceğiz. İçimiz, dışımız, çevremiz, bize ait olan ya da olmayan her şey dengelenecek ve düzene girecek.
Sağlam bir köprü kurmaya başlayacağız kendimizle, içimizle. “Ben de yapabiliyorum” diyebileceğiz. Korkusuzca kendi kendimizin yanında, arkasında olacağız. Karşılaşmalar ve bunun içinde seçimlerimiz her ne olursa olsun kendi kendimize cesaret aşılayacak ve ilham olacağız. En ufak olan ile deneyimlemeye başlayıp, o kocaman büyük olana erişeceğiz.
Ait olduğumuz bütünün bizde olan parçasını, yerinde ve zamanında yerine taşıyacak ve ahengi sağlayacağız.
Hiç umut olmadığını düşünsek de, tüm negatif etkiler etrafımızda dönüyor olsa da, içimizde var olan adım atma cesaretini çağırmalıyız ve kendimize güvenmeliyiz. Önce kendimize güvenmeliyiz ki; sisteme, yaratıma, yaratana güvenelim.
Minicik tohumlarız biz, büyümeyi ve gelişmeyi arzulayan. Çok da kocaman şeyler olmamıza ve yapmamıza gerek yok aslında; an’da önümüze geleni kalbimizle okuyup, anladığımızda ona doğru adım atmak hedefimiz olsa, rotamızı bu doğrultuda belirlesek, kapılar açılacaktır peşi sıra.
Bir de bakacağız ki olmaz dediğimiz şey olmuş, yapmam dediğimiz şeyi yapmışız ve döngülerimiz değişmiş. Hiçbir şey imkansız değildir, her şey olabilir, yaşanabilir, duyumsanabilir. Sadece izin verin ve sonra izleyin. Kalbin dilidir bizi bize götürecek olan. Nefesle kopup geldiğimiz bu diyara yine nefes ile bağlanıp yolculuğa devam edeceğiz, sadece kalbi duyarak.
“Her yazı okuyanla canlanır” diye okumuştum. Bu yazı da okuyan herkesin içinde adım atma cesaretini canlandırsın, bende de her bir okumayla yeniden…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.