Ben, Hüseyin Serdar Tanal, 1963 Yılında Antalya Elmalı Akçaeniş köyünde kerpiç bir evde dünyaya merhaba demişim. Neredeyse 3 yaşımdan beri tüm yaşamımı hatırlıyorum. İlk hatırladığım insan boyundan fazla kar yağdığı ve ablamın günlerce okula gidemediğiydi.(Şimdi kar yağmaz oldu) Evimizin dibindeki eski dere yatağında her gün bir kova balık tutup geriye dökerdim. (Şimdi su akmıyor) Annemle su kenarlarında inekleri otlatır susayınca dereden su içerdik. Kuluçkaya yatmış yaban ördekleri bizden kaçar ama yumurtalarına dokunmazdık. Evimizin yakınında bile selvi çubuklarından ördüğümüz sepetlerle tarifsiz tadı olan ardıç (cırık) kuşlarını tutardık. Papulasyonları on milyonlarla ifade edilirken; Şimdi bir tane görürsek mucize kabul ediyoruz…

Çocukluğumda evimizin ardına annemin yerel tohumlarla diktiği o inanılmaz tatlı ve kokulu sebzeleri yemek, meyveleri başına çıkarak yemek büyük keyifti. Sebzelere gübre olarak sadece sularken taze inek gübresini akan suya bırakırdı. Sebze ve meyvelerde hastalık zararlıda olmazdı. Tarım ilacı da kullanılmazdı. Çocukluğumda yol kenarlarında ve tarla sınırlarında (anlarda) yeşil otlarla beslediğim yerli kara sığırımızın yoğurt ve tereyağındaki tadı, etin, ekmeğin sebze ve meyvenin tadını hala unutamıyorum. Elma bahçelerinde kimyasal gübre ve zehirli ilaçlar buğday tarlalarında gübre ve ot ilacı kullanılmaya başlanmıştı. Köyde az insanda traktör olduğundan başkalarının bahçesine de pülverizatörle ücretle ilaç yapmaya giderdim. Tüm yiyeceklerdeki tadın ve kokunun yavaş yavaş kaybolduğunu ve zehrin vücudumda biriktiğini bedenimin tepki vermeye başladığını hissetmeye başladım. Bir şeylerin doğru gitmediğini düşünmeye başlamıştım.

Lisedeydim galiba ihtiyarlar köyde yol kenarında konuşuyorlardı. “Eskiden seferberlik, açlık ve yokluk vardı, giysimiz yoktu, hekim ve ilaç da yoktu ama hastada olmazdık. Dipçik gibiydik şimdi hekim, ilaç çoğaldı; yiyecekler de hastalık ta çoğaldı” diye dert yanıyorlardı. Merakla sordum peki dede ne değişti dedim. “gübre, zehir ve naylon çıktı” dedi.80′ li yılların başıydı. Yazın Antalya da ablamların deniz obasına gelen İstanbullu bir kadın yakında kaybettiği genç ve çok yakışıklı bir oğlunun resmini gösterip ağladı ve hikâyesini anlattı. Kanser olunca Amerika ya gitmiş, bir kanser araştırma enstitüsünde; “hastalığın çok ilerlemiş tıbbın yapacağı bir şey kalmamış demiş. Ve eklemiş: Sizin ülkeniz bu konuda çok bakir, ülkene döner dönmez dibine gübre başına ilaç değmemiş meyveleri, sebzeleri ye suyunu iç; gübre ilaç girmemiş köylerin gıdalarıyla beslen” demişler.  Ama genç insanın ülkeye döner dönmez bunları yapamadan hayatı son bulmuş.

Kendi yiyeceğimiz sebze ve meyveden kimyasal gübreyi kaldırdım. Ahır gübresine döndüm ilaçlamayı da bıraktım ama ürünlerde çok kayıp oluyordu. 90 – 96 arası köy yaşamıma bir süre ara verip özel sebeplerden dolayı şehirde yaşamak zorunda kalmıştım. 1996 yılında köye döndükten sonra ikinci eşimin manevi desteğini de arkama alıp yıllardır içimde var olan sese kulak verip bundan sonra ne kadar yoksullaşırsam yoksullaşayım tarım ilacı, gübre ve doğaya zararlı bir kimyasal kullanmayacağım, doğaya zararlı atık bırakmayacağım diye karar aldım. Diğer canlıları ve doğayı kirleterek kendimi ve tüketiciyi zehirleyerek para kazanmaktansa yoksul kalmayı tercih ettim. Hasta bir varsıl olmaktansa sağlıklı bir yoksul olmaya karar verdim. 100 dekar araziyi kimseden destek almadan doğallığa geçirmek için harekete geçtim. Eric From’un gösterdiği sahip olmak yerine “olmak” yoluna girmiştim. İnsan olmanın gereğinin doğaya saygı ile mümkün olduğunu doğanın önceliğini, doğanın “kutsal ve hayat veren” olduğunu kavramıştım. Ciddi bir mal varlığı içinde, ciddi bir gelirden vazgeçip yeni bir yola girdim. Nasıl yapılacağını bilmiyordum, bilgi yoktu, girdi yoktu pazarı da yoktu. Sadece ahır gübresi atıp ilaç yapmıyordum. Verimde çok düşüş ve kayıplar oldu. İnsanlar bana garip gözlerle bakıyordu gıyabımda deli olduğumu düşünüp dalga geçiyorlarmış. Babamdan ve yaşlı adamlarda gübre ilaç yokken nasıl üretim yaptıklarını yabancı (doğanın asıl evlatları) otlarla ve hastalıklarla nasıl mücadele ettiklerini sorup uygulamaya çalışıyordum. Ama durum felaketti. Kitap tutkum bir vitrindeki Maurice Messegue nin Tabiat Halkıdır( C’est La Nature Quı A Raıson) adlı kitabıyla beni göz göze getirdi.

97 yılıydı, ilk kez orada Ekolojik tarım deyimini duydum. Miladım oldu. Yaptığım işin ekolojik tarım olduğunu anlayıp araştırmaya başladım. Hayatımı, zamanımı, paramı, enerjimi büyük bir tutkuyla bu işe vakfettim. Tarım bakanlığının İlçe, il ve Ankara teşkilatına gittim. Devletteki kofluğu, hantallığı bilimden uzaklığı çabuk kavradım. İzmir’ e yönlendirildim. Ege üniversitesinden ve Ekolojik tarım organizasyonundan Dönem başkanı Prof. Uygun Aksoy dan ilk ekolojik tarım kitabını  kitabı aldığımda tarihler 19.02.1999’u gösteriyordu. Tüm zamanımı ekolojik tarımla ilgili yayınları toplama, toplantı ve konferansları takip etme ve uygulamaya ayırdım. Kurslara katıldım. Buğday dergisi, derneği ve Viktor’ la (boş bir elma kasası içindeki yırtık bir gazete parçasından) tanışmam ikinci miladım ve köşe taşım oldu.

Organik tarım çok zor, masraflı ve riskli bir işti üstelik ürettiğim ürünleri de yeterince ve değerinden satamıyordum. Tüm birikmişim ve yan gelirlerimi bu yolda harcayıp tarlalara gömdükten sonra krediye sarıldım. Azimle denemeye ve üretmeye devam ettim. Radyo ve televizyon programlarına katılıyordum. 2004 yılında katıldığım bir çalıştay da 2 gün boyunca her aşamadaki sorunlar ve yapılması gerekenler konusunda akademisyenlere laf düşürmediğim toplantıdan sonra FAO tarafından ilk ödülümü aldım.

Pes ettiğim atalete düştüğüm zamanlarda hep küçük mucizeler oldu birileri manevi ve maddi destek verdi. Bir profesör ürünlerimi almaya başladı Viktor Ananias’ ın (mekanı ışık olsun) telkinleri verdiği morallerle Eko turizm kapsamında gelen konuklardan, İstanbul Şişli pazar yeri ve Antalya’da açılan ekolojik pazar yeri ile az miktar para geliyordu ama yetersizdi. Artık ödeyecek bir bedel ve zarar Ar- Ge yapılacak bir bilgi kalmamıştı ama borç had safhadaydı ve üretecek maddi gücüm kalmamıştı. Bıçak kemiğe dayanmıştı Kapitalist sistem ve piyasa hazretleri bizi paraya tapınmadığımız için devre dışı bırakmış cezalandırmıştı. Üretimi durdurmaktan başka çare kalmamıştı. İşe girmeyi bile düşündüm. 2010 yılında yine sıkıntılı bir dönemimde maddi manevi dibe vurmuşken Ankara’ daki Doğal – Bilinçli – Beslenme gurubuyla tanıştım.

Üç yıldır ürünlerimi satıp en azından geçinecek ve üretimi sürdürecek kadar para kazanıyoruz. Özellikle Ankara’da ve diğer büyük şehirlerde “Halk destekli” tarım” kapsamında çok sayıda aracısız ürün alan müşterimiz oldu. Ama borçlarımız hala duruyor. Sanırım biraz arazi satıp borcu kapatıp bundan sonrada ancak satabileceğimiz ve kendi ihtiyacımız kadarını üreterek var olmaya çalışacağız. Kerpiç evimiz 50 yaşında, ahırımızda öyle her ikisi de yıkılacak diye endişe ediyorum. Onları yenileyecek paramız hiç olmadı. Traktör ve otomobilimiz 76 model bırakın yenileme hevesini onlara binerken suçluluk duyuyorum. Doğaya aykırı ve kapitalizmin ürünü diye; ama şimdilik mecburum bir gün onları da yaşamımdan çıkarmayı düşünüyorum.

Hedefime ulaştım 17 yıldır doğayı kirletmeden doğaya saygılı ve insanlık adına öncelikli bir şeyler üretmenin huzurunu yaşıyorum. İnsan olmaya çok yaklaştığımı düşünüyorum. En önemlisi 50 yaşımda uzun yıllardır hiç hastalanmadan yaşamanın, eşimin ve oğullarımın sağlıklı olmasının mutluluğunu yaşıyorum. Çok sağlıklı ve lezzetli tamamen organik bir sofranın zenginliğini yaşıyoruz. Doğa bize yeniden tatları ve sağlığı bahşetti. Ürünlerimizi alan insanlardan çok büyük iltifatlar ve şükran duyguları alıyoruz. Gelen konukları tamamen ekolojik ve çok lezzetli yiyeceklerle besliyor ihtiyaçlarını doğal malzemelerle karşılıyoruz. Ekolojik üretim, ekolojik ve sağlıklı yaşam konusunda bilgilendiriyorum. Üretimi yerinde görüp uygulamada yapıyorlar. Belki ülkedeki en zengin ekolojik tarım arşivine sahibim. Ayrıca, çevre, sağlık, ekolojik yaşam, bireysel gelişim felsefi, siyasi ve doğal tedaviler konusunda çok zengin bir kütüphanem var. Halk ilaçları konusunda da araştırmalarım var.  Yakınımızdaki çok güzel doğa alanlarına, göller, şelaleler, antik şehirler, anıt ağaçlar ve milli parklara (yılkı ve yaban atları) turlar yapıyorum. Gelen konuklar horoz sesiyle uyanıp her şeyi taze tüketiyorlar sebzeyi meyveyi dalından koparıp yiyorlar. Kerpiç evde kalıp köy yaşamını deneyimliyorlar. Balık tutma, dağ yürüyüşleri ritüellerimiz var. Gazete ve dergilerde yazılar yazıyorum. Danışmanlık yapıyorum. Ekolojik tarımla ilgili sunumlar yapıyorum. Çok geniş bir ekolojik tarım arge arşivi ve yaklaşık 250 saatlik kendi amatör çekim Video kamera görüntüsü ve resim arşivim mevcut.

Ekolojik tarımı bölümünden mezun olan öğrenciler staja geliyor. Konuk, gönüllü ve ürün tüketenlerden çok güzel dostluklar ve paylaşımlar doğuyor. Çevre felaketleri, türlerin hızla yok olduğu insanların yaşam kalitesinin ve süresinin korkunç bir şekilde düşmesine bakıldığında yaptığım işin ne kadar doğru, vazgeçilmez ve hayati olduğunu daha iyi anlıyorum. İnsanlığın kurtuluşunun doğaya dönüşünde sade ve saygılı bir yaşamda olduğunu biliyorum. Daha yapacak çok şey var. Temiz enerjiyle doğal malzemelerden yapılmış yapılarla dışarıdan girdi almadan hatta ilerde, para kazanma ve harcama girdabından çıkıp ileri aşamalar olan; Perma kültür, Shumei doğal tarım, Fukuoka doğal tarım yöntemlerine geçmek. İnsan ile doğa arasındaki “Altın oranı buluncaya, doğanın parçası olana ve Dünya tamamen organik oluncaya kadar”

“SEVGİ – BİLGİ – EMEK ve DOĞANIN KANUNLARINA SAYGI ANAYASA OLUNCAYA DEK”

Sevgiyle kalın.

Hüseyin Serdar Tanal (Doğaperest)

Tanal Organik Çiftliği 

serdar.tanal@gmail.com

www.organikuretim.net

0 242 625 50 41 – 0 536 365 94 44

 

  

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.