“Eh hepimiz hayatımızı kazanmak zorundayız.”
“Öyle,” dedi Tom. “Ama keşke başkasının hakkını almadan kazanmanın bir yolunu bulsaydın.”
Gazap Üzümleri, John Steinbeck.

Saygı ancak bir değere duyulur, saygısız kültür değersizdir.

Delice akan iş yaşamına “Hayatımızı kazanmak için çalışmak zorundayız” diyerek bir kez girdikten sonra, bu zorunluluğu her gün düşünmeyiz; daha çok kürek çekme alışkanlığıyla akıp gider hayatımız. Şimdi “Nehirde timsah (Covid-19) var!” dediler, kenara çıktık. Düşünüyoruz; “Çalışmam gerek. İşim de var. O halde neden evde oturuyorum?” Timsahı gören nedenini anlıyor. Ancak bu yeni bir durum ve çoğumuzun düşüncesi belki de ilk defa iş yaşamına dışarıdan bakabilecek konumda.

Bir iş bulabilmek için eğitime yaptığımız yatırım ve harcadığımız tüm çaba, hayatı kazanma oyununa 1-0 yenik başlamaktır. İşe girmeyi başardığımızda aslında hayatı kazanmak sorumluluğunu da üzerimize almış oluruz ve olur 2-0. Sonrasını biliyorsunuz, nehirden çıkmak bilmeyiz ve oyun hiç bitmez. Daha iyi şeyler almak için harcadığımız şey aslında para değil, para kazanmak için harcadığımız en verimli zamanımızdır. Zaten bizim olan hayatımızı harcayarak kazanmaya çalışırken, bazen birbirimizin değerini göremeyiz. İçinde nefes aldığımız kültüre toksik atıklar bırakırken, bir yandan da şikâyet ederiz. 

İş yeri, özel yaşamda uzak durmayı başarabileceğimiz pek çok problemin bir araya toplandığı ve aynı anda çözülmeye çalışıldığı bir laboratuvara benzer. İş nedeniyle zorunlu olarak girilen ilişkiler çalışanları, birbirlerini yeterince tanımaya fırsat bulamadan, problemler üzerinde ortak çalışmaya ve çözüm bulmaya zorlar. Üstelik bu problemler, doğada bulunmayan, insan icadı bir kavram olan zamanın baskısı altında çözülmek zorundadır.

Statükonun korunması, insanı geliştirmediği gibi, şirketlerin gelişimini de engeller.  Gelişim ise yeniliklere adaptasyonu, yani değişimi gerektirir ve her yeni şey gibi, ister istemez kaygı yaratır. Sınırlarını zamanın belirlediği değişim zorunluluğu, çalışanların birbirini tanıma fırsatlarını iyice azaltır.  İnsanlar arasında henüz kökleri ve gövdesi gelişmemiş ilişkileri, yapraklarından ve çiçeklerinden test etmeye başlar. Bu kuvvetli rüzgârlar altında, çalışanı huzursuz ederek topluma bulaşan duygular gelişir. 

İş yerinde değişimin dalgaları bize ne zaman dokunsa,  hep ne yapılması gerektiği, kısmen nasıl yapılması gerektiği, nadiren de neden yapılması gerektiği söylenir. Halbu ki insanın potansiyeli, yapılmaması gerekenlerin altında gömülüdür. İnsanın değerine saygı duymamak, onun değerini azaltmaz ama değerli hissetmesini engeller. İş yaşamında insan potansiyelini engelleyen ve operasyonları düşük performansa mahkûm eden en büyük neden saygı ilkesine aykırı davranışlardır.

Amaçlarımıza ulaşmak için çalışanların yetkinliklerinden, çaba ve zamanlarından faydalanmamızda bir sorun yoktur. Sorun, çalışanla aramızdaki ilişkinin temelinde iki taraflı bir iş akdi olduğunu unuttuğumuzda başlar. Çalışanların ihtiyaçlarını, kendi çıkarımız uğruna engelliyorsak; bu, onların değerine saygı duymadığımız anlamına gelir. 

İş yerlerinde performansın artırılması için stratejiler, sistemler ve eğitimler hep çalışanların fikirlerini hizalamayı amaçlar. Bu zordur, çünkü fikirlerin altında yatan arzular, inançlar ve değerler farklıdır. Oysa hepimizde aynı olan bir değer vardır. Yaşamın karmaşasında bu ortaklığı göremeden koştururuz ve hepimiz ayrı ayrı bu değeri korumaya ve artırmaya çalışırız. Pekiyi, insanın değeri nedir?

İnsanlar gibi, hayvanların da içgüdüleri vardır. İnsan olarak bizi ayıran değer, rasyonel seçim yapabilme ve otonom davranabilme kapasitemizin var oluşundan gelir. Yani insan, içgüdülerinden sıyrılarak düşünebilir, kendisi için doğru ve yanlış olanı belirleyebilir ve buna göre davranışlarını düzenleyebilir. Hayatının anlamını ve amacını değerlendirebilir. 

Değerlendirmek; çıkardığı anlamlara bir değer biçmek demektir. Bir nesnenin değerini, zihnimizdeki diğer nesnelerle karşılaştırarak belirleriz. Beyin durmaksızın değerlendirme yapar, değer biçer. Değerlerimiz böyle birikir. İnsanla birlikte dünyaya gelen; değerleri değil, değerlendirme yeteneğidir. Bu muhteşem yetenek sadece insanda olduğu için onun temel değeridir ve tüm dünyadan saygı hak eder. 

Bu yeteneğimizi ne kadar kullanırsak, o kadar değer üretir ve o kadar değerli hissederiz. Rasyonel düşünme ve otonom davranma kapasitemizi kullanmamıza engel olunursa, değer yaratamaz ve değersiz hissederiz.  İnsanın değerlendirme mekanizmasından geçerek değer kazanmayan şeylerin hepsi değersizdir, bunlar anons ettiğiniz kurum değerleri olsa bile. Saygı diğer duygulardan farklı olarak, ancak bir değere duyulur. Bir şeye saygı duyuyorsanız, onun değerli bulduğunuz en az bir yönünü kolayca anlatabilirsiniz. 

En büyük ihtiyacımız kendimizi değerli hissetmek, toplumda saygın bir yer edinmektir. Benliğimizin değerini artırmak için yaşam enerjimizin bir kısmını dış dünyaya yönlendiririz. Bu yatırım, ancak çevremizdeki kişilerin takdir etmesi ile değere dönüşür. Bize yansıdığında, benliğimizde bir doyum ve değer artışı olarak hissedilir. Kendilerindeki değeri görenler, başkalarının değerlerini de onlara kaliteli aynalar gibi yansıtırlar. Yansıtamayanlar bozuk aynalardır; temel değeri göremedikleri veya çıkarlarına esir olup önemsemedikleri için kendilerine saygıyı da hak edemezler. 

Aynaların çoğu imalat sırasında değil, sonradan bozulur. Ailenin çocuğa kendisini değerli hissetmeyi öğretemediği ve toplumun onu sürekli değersizleştirdiği durumlarda,  değerlendirme mekanizması hasar görebilir. Böyle bir insanın -kalan yaşamında ne yaparsa yapsın, kendi değerini görmesi ve başkalarının değerini yansıtması zorlaşır. Bir insanın değerler sisteminin derinliği ve tutarlılığı, onun kültüre katkısını belirler. Çünkü insanlar kararlarının çoğunu mantık yürüterek değil değerlerine uyarak verirler.

Çaresiz bir ruh haliyle, çevremizi saran kültürün toksik olmasından yakınırken genelde bir şeyi unuturuz. Kültür bizim karşımızda dikilen, değiştirilemez bir engel değildir. Evet, bizden daha uzun yaşar ama kültür de sonradan oluşmuştur. Tek tek insanların davranışlarının toplamıdır ve hepimizin kendi çevremizde mikro-kültür yaratma gücümüz vardır. Her şey bir istekle başlar.

Toyota örneğindeki Japon iş kültürünün nasıl oluştuğunu merak ederseniz, bunu yeni yayınlanan ‘’Operasyonel Mükemmellik ve Sayg’’ı adlı kitapta bulabilirsiniz. Temin etmek için tıklayınız

Saygılarımla,

Levent Türk

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.