Son yıllarda ebeveynler, öğretmenler ve çocuklarla yakın ilişki içinde olan herkes baş etmekte zorlandıkları çocuklardan söz etmekte. Bu çocuklar farklı düşünüyor, farklı davranıyor, farklı gelişiyorlar. Alışılmışın dışında bir varlık göstermeleri nedeniyle uyumsuz, sorunlu, hiperaktif, dislektik, engelli, otistik, vb… olarak tanımlanıyorlar. Yetişkinleri zorlayan bu çocuklarda yaygın eğitim yöntemlerinin işe yaramadığı, hatta olumsuz sonuçlara yol açtığı açıkça görülmekte. Aileler ve öğretmenler ne yapacaklarını bilemez durumdalar.
Peki ama sorun gerçekten bu çocuklarda mı?…
Güler Pınarbaşı
***
Bilimsel çalışmalar maddî evrenimizin “Yaşam bilgisi taşıyan enerji”den oluştuğunu söylemekte. Tüm çocuklar bu saf ve yaratıcı yaşam enerjisi ile yüklü olarak dünyaya gelirler. Her biri sonsuz zekanın yeryüzünde açan tomurcuğudur ve bu “zeka”, çoğunlukla sandığımız gibi sadece analitik-doğrusal düşünme becerisiyle de sınırlı değildir; o kendisini sayısız çeşitlilikte, sınırsızca ifade eder. Ve her çocuk “ihtiyaç duyduğu” deneyime, bilgiye ve bu kaynağa ulaşma potansiyeli ile doğar. Yaşamın sonsuz çeşitliliği içinde her biri biriciktir ve gerçekleştirilmeyi bekleyen benzersiz bir yaşam amacına sahiptir. Çocuklar bize evrenin hiç bitmeyen sevgisini ve umudunu taşırlar, her biri bize hediyedir.
Bizler çocuklarımıza bakarken bunları görebiliyor muyuz? Yoksa gördüklerimiz bizim hayallerimiz, geleceğimiz ve beklentilerimiz mi? Hiç farkında olmadan, bir papatyadan bir gelincik olmasını istiyor olabilir miyiz? Eğer böyleyse, aslında çocuklarımızı görmüyoruz demektir ve bu yazık ki, onların var olmalarına izin vermediğimiz anlamına gelir.
İçinde bulunduğumuz dönemde ebeveynler çocuklarının kendilerine özgü yapılarını görmek ve kabul etmek durumundadırlar. Bu kabul, kafalarındaki ideal çocuk profiliyle kendi çocukları arasındaki farkı da içermektedir. Ve bu atılacak ilk adımdır. Sonraki adım ise, kendini görmektir. Çünkü, ebeveynlik aynı zamanda kendinin ve sınırlarının bilincinde olmayı da gerektirir.
Geçtiğimiz Ocak ayında ülkemize ilk ziyaretini yapan ünlü Amerikalı terapist Dr. Anne Maxwell ile bu önemli konuda bir röportaj yaptık ve röportajı yaparken içimizden tekrar gelmesini diledik . O gelmeden de bilgilerini sizlerle paylaşmak istedik.
“İki çeşit soru vardır. Bir tanesi sonunda soru işareti olan ki bu bir yargıdır, bir fikre yönlendirmedir, diğeri ise gerçek bir sorudur ve bu farkındalık yaratmak için düzenlenerek sorulmaktadır… “
Anne Maxwell Kimdir?
Dr. Anne Maxwell, klinik psikoloji doktorasını UCLA’dan almış, Rush Presbiteryen St. Luke’s, Lutheran General ve Northshore dahil, Chicago bölgesindeki çeşitli hastanelerde görev yapmıştır. Otizm spektrum bozukluğu olan çocuklar ve ergenler için davranışsal ve eğitim danışmanlığı ve uygulamalı davranış analizi (ABA) tedavisi sağlama konusunda uzmanlaşmıştır. Anksiyete bozukluğu olan çocuklar ve ergenler için bilişsel davranışçı terapiler ve ebeveyn eğitimleri vermekte ve dünyanın pek çok ülkesinde seminerler düzenlemektedir. Maxwell ayrıca, en çok okunan kitaplar listesine girmiş olan “Bir Balığa Ağaca Çıkmayı Öğretir miydin?” adlı kitabın da yazarıdır.
Sevgili Anne Maxwell, siz söylemlerinizde genellikle hangi çocuklardan bahsetmektesiniz? Otistik, hiperaktif, dislektik… vb. çeşitli şekilde tanımlanmış olan çocuklar mı hepsi?
Bazı çocuklar var ki, çoğu zaman farklı düşünüp, farklı hareket ediyorlar. Bu çocuklar ABCDE diye düzgün ve doğrusal bir yoldan düşünmüyorlar; havada uçan şekillerde değişik, bütünsel düşünüyorlar, hiçbir zaman doğrusal değil düşünce sistemleri. Öncelikli olarak telepatik olarak anlaşıyorlar. Sen onlar hakkında herhangi bir şey düşündüğünde bunu hemen anlıyorlar. Kelimelerle anlaşmak onları zorluyor, bu onlar için çok yavaş bir iletişim biçimi, çünkü algılamaları çok hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Çoğu zaman sadece tek bir şey yapamıyorlar, aynı anda pek çok şey yapmak durumundalar. Zaman olarak da geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek algısına sahip değiller; onlar için böyle bir şey yok, “İşte bu kadar, buradayız!” diyorlar. Ben bu çocuklardan bahsediyorum.
Benim dikkatimi çeken, anlamak ve özellikle vurgulamak istediğim konu şu; bu çocuklara bir etiket konmuş olması. Peki, dislektik, otistik diye bir etiket konmamış ama kendini farklı hisseden çocuklar da çalışma alanınıza giriyor mu?
Bir çok çocuk var, hepsi birden etiketlenmiş olmuyor. Örneğin bana bir tanımlama yapılmadı, etiketlenmedim ama çocukluğumdan bu yana kendimi hep farklı hissettim.
Peki, sizin farklı olduğunuzu ilk kim farketti? Aileniz sizi dinledi mi, anladı mı? Siz büyürken aileniz, arkadaşlarınız ve dünya hakkında neler biliyordunuz? Nasıl bir yaşam yolculuğunuz oldu? (Ne çok sorum varmış.)
Ben doğduğumda ailemin yaşları oldukça büyükmüş; annem 35, babam 45 yaşındaymış. Annemin daha önceki evliliğinden iki çocuğu daha varmış. Babam alkolikmiş. Ben 6 yaşındayken içmekten vazgeçip, bırakmış. Ben şu an her nasılsam, tabii ki her ikisi sayesinde böyleyim. Babam çok zeki, şahane biriydi. 16 yaşındayken Princeton Üniversitesi’ne girmiş, 18 yaşındayken de müzik yaptığı ve çok içtiği için üniversiteden atılmış. Zaten her zaman çok değişik bir adammış. Ben de öyleydim. Annem Avrupa da büyümüş, ana dili Fransızcanın yanı sıra bir çok dil bilen eğitimli bir kadındı. Küçük bir kızken onlar sayesinde çok lisanlı bir evde büyüdüm. Bu Amerika’da çok da alışılagelmiş bir şey değildi.
Lise yıllarımda Fransa’da yaz kampına gittim, ardından üniversiteye. Bunların ötesinde, bulunduğum ortamda hiçbir zaman uyum sağlayamadım, hiç “tipik” bir kız olmadım. Kızlardan daha çok erkeklerle oynamayı severdim. Bana anlatıldığı şekilde asla öğrenmezdim. Kıvırcık saçlı, değişik görünümlü bir kızdım. Büyürken saçlarımı hep düzleştirirdim. 10 yaşındayken şimdiki boyuma gelmiştim bile. Bunun gibi pek çok şey beni bulunduğum tüm ortamlarda hep değişik, farklı gösteriyordu.
Bunu İlk kez farkettiğimde dört yaşındaydım ve bir piknikteydik. Yanımızda ağlayan ikiz bebekler vardı ve onları kimse susturamıyordu. Annem çocukların annesine dedi ki; “Anne’ e sorabilirsin, eğer isterse oturup bebekleri tutabilir.” Bebekler çok ufaktı, 6 aylık kadar. Çimenlere bebeklerle birlikte oturdum ve onlar ağlamayı bıraktı. Ben hep böyleydim bundan sonrasında da…
Bazı farklı yaklaşımlarınız olduğunu önce anneniz mi farketti?
Evet, kesinlikle ilk annem farketmişti. Onunla çok iyi arkadaştık. Bu konuda oldukça şanslıydım. Küçükken bana, beni yetiştireceğini söyledi. Annem çok güzel ve çok tatlıydı ama şöyle bir düşüncesi vardı: “Beyinler görüntülerden daha önemlidir.” derdi ve bana, saçımı nasıl tarayacağımı, nasıl makyaj yapacağımı, nasıl bir kız olmam gerektiğini öğretmedi hiç bir zaman.
Peki, bu yaşadığınız farklılıklar hayatınıza nasıl yardımcı oldu, sizi nerelerde ve nasıl zorladı?
Öğretmenler okul dönemimde beni, onların öğrettikleri şekilde öğrenmeye zorluyorlardı. O şekilde öğrenmediğim için de çok ceza alıyordum. Hep onların cevaplayamayacakları sorular sorardım. Bütün çocukları güldürürdüm. Dördüncü sınıfa kadar ceza olarak sırada oturturlardı ve cezam, sözlükteki bütün kelimeleri yazmak olurdu. Çok konuşurdum, susmak bilmeyen bir ağzım vardı, onu kapalı tutamazdım hiç. Bir gün, cezamı neredeyse bitirmeye çalışıyordum, sadece iki sayfa kalmıştı ki, etrafımdaki arkadaşlar “haydi bunu da yaz, bunu da yaz!” demeye başladılar. Tam da öğretmenin baktığı sırada çocuklara iğrenç bir şey söylemiş bulundum ve öğretmen bunu duydu. (Küfür etmiş) 5 sayfa daha ceza almıştım!
Özel ilişkilerinizde durum nasıldı, hayatınızı kolaylaştırdı mı, zorlaştırdı mı?
42 yaşına kadar hiç evlenmedim. Bir çok erkek oldu hayatımda, sonra bir gün evlenmem gerektiğine karar verdim ve evlendim. 20 yıl evli kaldım (Bu iyi haber.) İlişki konusunda şöyle bir şey var: Eğer bana öğretildiği gibiyse ilişki kurmak ve sürdürmek, ilişkinin hayrı ve devamını sağlamak için o ilişkide, kim olduğundan vazgeçmelisin. Evlilik sürecinde o kadar küçüldü ki hayatım, minick oldu. Çünkü ne zaman hayatım büyüse, işim gücüm çoğalsa, eşim korkuyordu. Ben de küçüldüm ve sanki küçük bir kutunun içine girdim. Eşim çok iyi, nazik ve sevgi dolu bir, muhteşem, şahane bir insandı. Aslında ben küçülmüş ve kapsanabilir olduğum zaman o şahane bir insandı. Beni çok kıskanırdı, bu yüzden kendi güzelliğimi de tam olarak ortaya koymazdım. Bunu daha fazla sürdürmek istemedim, boşandım.
Sizi bu yola çıkaran neydi, neleri farkettiniz?
Her zaman için daha fazla bir şey olmam gerektiğini biliyordum. Bu düşünce ile ilgili bir şey de değildi; sanki, bebeklerde olduğu gibi düşünceyle ve konuşmayla hiç ilgisi olmayan sihirli bir durum vardı ortada. Üniversiteye terapist olmak için gitmeye başladığımdan mezun olana kadar, düşünceleri, davranışları ve duyguları değiştirmekle ilgili çok şey öğrenmiştim ama onlar hiç bir işe yaramadı. Belki biraz işe yardıkları zamanlar oldu ama bunlar bana yetmiyordu.
Sorunlu, hiçbir yerde yaşayamayan insanların en son gittiği, yatılı olarak tedavi gördüğü bir merkezde çalıştım. Hiç bir yere gidemeyenlerin gittiği yerdir orası. İşte bu çocuklar vardı orada. Davranışsal ya da yapısal uygulamalar onların üzerinde işlemiyordu. Onlarda işe yarayan tek şey, benim onlarla bağlantıya geçmemdi, çünkü ben onlara yanlış olduklarını söylemiyor, yanlışlarmış gibi davranmıyordum. Herkes onlara şöyle diyordu; “Bu yanlış! Senin bunu değiştirmen gerekiyor.” Ben ise şöyle diyordum: “Hey merhaba! Senin için bu nasıl işliyor? Bence sen şahanesin” diyordum. İşte farkı yaratan buydu.
Bu çocukların o hallerinin normal olduklarını duymaları mı fark yaratıyordu?
Normal olduklarını değil, fakat iyi olduklarını, her nasılsa öyle olmalarının iyi olduğunu duymaları çok önemli. Eğer isterlerse değişebilirler, istemezlerse değişmeyeceklerdir. Fakat ben hiç bir zaman şunu demedim: “Doğru olan budur. Bunu böyle yapmalısın!” Her zaman “Ben senin için ne yapabilirim, sen ne arıyorsun?” dedim.
Sizin çocuklarla çalışan diğer terapistlerden farkınız nedir? Annelerle, çocuklarla, pedagoglarla birlikte çalışma yöntemleriniz nasıl?
Bana bu soruyu sorduğun için teşekkür ederim. Benim diğer terapistlerden farkım şu; hiç bir şey hakkında sabit bir inancım yok. Benim aklımda iki üç şey vardır. Ebeveynler çocukları hakkında herhangi birinden daha fazla şey bilen kişilerdir. Davranış iletişimin bir türüdür, biçimidir. Benim ilk sorum: “Onlar ne söylüyorlar?” Eğer “Senden nefret ediyorum” diyorlarsa, onun altında ne var, orada ne olup, bitiyor? Diğeri de şöyle ki; insanlar bir şey yaparken onu işe yaradığı için yapıyorlar. İnsanlar terapiye geliyorlar artık bugüne kadar yaptıkları işe yaramadığı için, çünkü her aile yapısı değişiktir, ebeveynlerin yaklaşımı farklıdır. Her çocuk da farklıdır. Geldiklerinde onlara soruyorum: Siz ne arzu ediyorsunuz, siz neyi seçiyorsunuz? Diye.
Dublin’de bir günlük bir seminer yaptım. Kitabımın adı ile seminerin adı aynıydı: “Bir balığa ağaca çıkmasını öğretir misin?” Albert Einstein demiş bunu. O yüzden kitabımın adını da böyle koydum. Seminere pedagoglar, terapistler ve aileler, büyükanne ve büyükbabalar, bakıcılar gibi çocuklarla iletişim kuran herkes katıldı. Herkes bir dahidir aslında ama eğer bir balığı ağaca tırmanma yeteneği yüzünden yargılarsan, o bütün hayatı boyunca kendisinin aptal olduğuna inanacaktır.
Burada önemli olan temiz soru sormak mı; yönlendirmesiz, yargısız, sadece soru mu?
İki çeşit soru vardır. Bir tanesi sonunda soru işareti olan ki bu bir yargıdır, bir fikre yönlendirmedir. Diğeri ise gerçek bir sorudur ve bu farkındalık yaratmak için düzenlenerek sorulmaktadır.
Bu soru sorma şekli nasıldır, bir örnek alabilir miyiz? (Türkçe ne dediğimi anlıyor, gülüşüyoruz 🙂
Benim en sevdiğim soru şu: “Sen ne biliyorsun?” Çocuk gelir ve der ki; “Babam, arkadaşlarım, öğretmenim…” diye başlar. Benim sorum ise; “Baban hakkında sen ne biliyorsun?”, “O çok kötü bir insan” der mesela, Sorarım: “Sadece sana mı kötü davranıyor, yoksa herkese mi öyle davranıyor?”
Onlara sorduğum, farkındalık yaratan bu sorular değişmelerine, öğrenmelerine, bilmelerine ve değişip dönüşmelerine hizmet ediyor. Bunun için tasarlanmış sorular.
Ocak 2019’da Türkiye’ye ilk gelişimde verdiğim seminerde söylediğim gibi; Aile olarak, birey olarak sizin işiniz; nasıl seçim yapacağını çocuğunuza öğretmektir ve siz bunu sorular sorarak yaparsınız. Çocuk “Ben ödevlerimi yapmıyorum!” derse, ona; “Ödevlerini yapmak zorundasın ” demek yerine, “Olabilir, tamam, peki öğretmen sana ne söyleyecek o zaman, yarın okula gittiğinde ne olacak?” diyebilirsin. Bunun gibi sorular onda farkındalık yaratacaktır.
Öğrenim hayatım boyunca bana öğretilenlerle, benim olduğum arasındaki fark şu: Bana öğretilen “onlara şunu söyle, onların bunu yapmalarını sağla!” idi. Benim yaptığım ise insanlara soru sormak oldu. Ben soru sorarım, böylece sonunda onlar için neyin işe yara r olduğunu farkederler. O zaman seçebilirler. Farkındalık, bilinçli seçim yapma şansı yaratır. Eğer çocuklara sürekli olarak “Böyle yap, şöyle yap, böyle yap!” derseniz o zaman sizinle savaşacaklardır. Ama eğer sen dışarı çıkar ve bir soru sorarsan; “Ne olacak şimdi? ” dersen, o zaman sonucu, bilerek, farkında olarak seçecektir.
Ben çocukların başarısızlığa uğramalarını severim. Çünkü başarısızlığa uğrarlarsa bir daha yapmazlar. O zaman “Nasıl olacak?” diye düşüneceklerdir.
(Bize terapi gibi geldi, geçmiş yaşam terapisi oldu bu röportaj. Çevirmenimiz Burcu Aybey ile bir gittik geldik geçmişimize.)
“Aile olarak, birey olarak sizin işiniz; nasıl seçim yapacağını çocuğunuza öğretmektir ve sen bunu soru sorarak yaparsın. Çocuk derse ki, “Ben ödevlerimi yapmıyorum!” ona; “Lütfen ödevlerini yapmak zorundasın ” demek yerine “Olabilir, tamam, peki öğretmen sana ne söyleyecek o zaman, yarın okula gittiğinde ne olacak?” bunun gibi sorular onda daha çok farkındalık yaratacaktır.”
Konumuz çocuk. Aile ile işbirliği çok önemli. Bu konuda ülkeler arasında gördüğünüz başlıca farklılıklar neler? Siz dünyayı geziyorsunuz, Türk aile yapısı, çocuklara yaklaşımı, sizde nasıl bir öngörü oluşturdu?
(Sen söyle diyor bana gülerek)
Tüm dünyaya davet ediliyorum. Beni davet eden ev sahiplerine soruyorum; “Çocuklar ne istiyorlar, aileler ne istiyorlar, ne olup bitiyor burada?” Türkiye’ye gelmeden önce bana anlatılan şuydu: Türkiye’de aileler ve çocuklar çok rekabetçi ve ilişkiler başarı üzerine kurulu. Burada en önemli konu başarılı olmak, bu çok kıymetli. İlk geldiğim zaman sorulan tüm soruları hatırlarsanız eğer; yemek yemeyi reddettiği için anoreksik olan, bu yüzden hastaneye yatırılan bir kız vardı. İşte bu, ebeveynin çocuğunu kontrol edip çocuğuna “hayır” demesine bir örnektir. Annesi, çocuğun babası tarafından sürekli eleştirildiğini anlatmıştı. Ölmeye karar vermiş 17 yaşında bir gençten bahsediyoruz. Hatırlıyor musunuz, ben oraya dokunmadım. Sadece dedim ki; “Kızınız bir seçime sahip, nasıl davranacağını söyleyerek o seçimi onun elinden almayacak olursanız onun bir seçim şansı var.”
Çok kontrolcü ailelerin bile çocuklarının ellerinden asla alamayacağı iki şey vardır; bir tanesi, içeriye ne giriyor? Örnek: yemek. İkincisi de, o dışarıya ne olarak çıkıyor? Örneğin; anoreksiya.
Bu bulimia da olabilir, değil mi?
Bulimia, anoreksiya, kolon sendromları… bir çok şey olabilir.
“Bana öğrenim hayatımda öğretilenlerle benim olduğum arasında fark şu ki; Bana öğretilen “onlara şunu söyle, onların bunu yapmalarını sağla!” idi. Benim yaptığım ise insanlara soru sormak oldu. Ben soru sorarım ki, en sonunda onlar için neyin işe yarayacağını algılarlar, farkederler. O zaman seçebilirler. ”
O akşam o anne sorusunu paylaştığında sizin “çocuğunu kendi seçimine bırakabilecek misin? Sorunuz çok ilgimi çekti. Belki ki kız ölmeyi seçecek, ki, anlatıma göre hızla oraya gidiyordu kız. “Onu seçiminin sonucuna bırakabilecek misin?” sorusuna cevabı düşünüyorum da, bir anne için çok zor bir karar bu!
Yanıma gelen küçük çocuğu gördün değil mi o akşam? Orada ben bir anne ile görüşüyordum. 13 yaşında bir kız çocuğu annesi ile konuşmuyormuş. Seçmeyi reddediyor çocuk. Kendi geleceğini seçmeyi reddediyor. Eğer seçecek olursa hangi okula gideceği belli olacak. Kız çocuğu diyor ki; “Hayır!”
Türkiye hakkında algılarım bana diyor ki; Türkiye’de nesiller boyu gelen bir kontrol sistematiği var. Bununla ilgili yanlış bir şey yok ama ülke yapısına dair ne olduğunu gösteriyor. Olan, görülen şey bu. Aileler de çocukları için tabii ki en iyisini istiyorlar. Benim öğrendiğim, Gary bana kızacak ama aileler en iyisini istiyorlar ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Bunun için araçları yok.
Peki, Garry deyince aklıma geldi. Access araçları ile ne zaman karşılaştınız?
Ben 30 yıldır bu alanda çalışmaktayım. 1989 ‘da üniversiteye gittim. Access ile 9 yıl önce karşılaştım. 2009 ‘da ilk Access eğitimimi aldım. 2010’da Gary ile tanıştım. O sınıfta Gary dedi ki; “Ya bu çocuklarla ilgili hiçbir şey yanlış değilse, ya bu çocuklar sadece farklı iseler?” Bunu duyduktan sonra iki gün ağladım. Bugüne kadar çalıştığım bütün çocuklar gözümün önünden geçti, geçti, geçti… İçsel olarak her zaman bildiğim bir şeyi kelimelerle aktarmıştı bana Gary. Çocuklarla ilgili kötü ya da yanlış bir şey yoktu. Sadece birileri onları, yanlışlarmış gibi adlandırıyordu. İşte o yüzden bugün yaptıklarımı yapmaya çalışıyorum. Ve tüm dünyada bu algıyı değiştirmek istiyorum.
Çalışmalarınızda hangi teknikleri kullanıyorsunuz?
Sorunu çözmeyi başaran, çalışan, öğrendiğim her şeyi kullanıyorum. Birazcık ondan, birazcık bundan. Bütün öğrendiklerimin çoğu gerçek deneyimler; çocukların gelişimi hakkında, aileler hakkında. Gerçekten çok işe yarayan araçlar olduğunu daha önce düşünememiştim. Access’te de beni değişik farklı yapan bu. Bir çocuk hakkında içerden ve dışardan bildiğim her şeye ilave olarak Access araçlarını da kullanarak yaptığım çalışmalarda çocuklar bir anda, “Bummm!” diye çok hızlı ilerliyorlar, davranışları daha az atak geçiriyor, daha sakin hale geliyorlar. Sorun olan her şey daha az olmaya başlıyor, rahatsızlık azalıyor. Örneğin, en sık görülen değişimlerden biri, günde beş defa geçirilen atakların, beş ayda bire inmesi. Üstelik beş saat de sürmüyor, daha kısa sürüyorlar. Çok hızlı şekilde iyi oluyorlar ve bu iyilik hali uzun sürüyor. Çünkü ben onlara soru sormayı öğretiyorum, onlara seçim hakkında bilgi veriyor, seçimlerinden bahsediyor, seçim yapmayı öğretiyorum. Kısa bir zamanda konu halloluyor. Çünkü seçim, geleceği yaratıyor. “Eğer böyle yapmazsan baban ne yapacak?” diyorum.
“Şöyle bir şey daha var: “Seçim farkındalık yaratır!” Eğer çocuklara hiç bir bakış açısı olmaksızın seçim şansı yaratırsanız, o zaman daima onların seçimleri yaratıyor olacaktır. Anında yaratacaktır. Eğer sürekli “Böyle yap, şöyle yap, böyle yap!” derseniz o zaman sizinle savaşacaklar. Çocuk burada, problem ise şurada olacaktır. Eğer araya girersen ve böyle yaparsan işte olacak olan şey bu. Yaratılan şey bu; değişim. Eğer sen dışarı çıkar ve bir soru sorarsan; “Ne olacak şimdi? ” dersen, o zaman bunun farkındalığına gelecekler ve ne istiyorlarsa onu yapacaklar. Farkında olarak, sonucunu seçerek!..
Tüm cevapları gönlümle dinledim… Çok teşekkürler.
Çok güzel sorulardı, ben teşekkür ederim.
Diğer ülkeler hakkında görüşlerinizi de alabilir miyim? Olumlu ya da olumsuz, belirgin örnekler verebilir misiniz?
Kültür hakkında bildiğim şey şu ki; bazı ülkeler kendi kültürlerine diğerlerinden daha bağlıdırlar. Bazı ülkeler geçmişlerine ve tarihlerine daha fazla bağlı ve bağımlıdırlar. Bazı ülkeler savaşçıdırlar. Bazıları da tam bir kontrolü önemserler. Bazı kültürler travmaları durmadan işlerler, sürekli olarak kanatırlar. Hepsinin avantajları ve dezavantajları vardır. Bu onların ne olduğu değil, insanların bunlarla ne yaptığı ve nasıl kullandığı önemlidir. Kültür içerisinde de nasıl daha farklı bir değişim dönüşüm yarattığı önemlidir.
Son sorum şu: Niye gelsinler sizin seminerinize?
Çalışmalarımda sonuç odaklı gitmem, sadece sorularla ilerlerim. Bir sorunun tek bir amacı vardır; sadece farkındalık yaratmak! Hiç bir yere varmayı hedeflemezsin. Bir soru sorarsın ve her şey açıklığa kavuşur. Bir farkındalığa sahip olursun. Sonra bir soru daha sorarsın! Sonra bir soru daha…
Çok teşekkür ediyorum, Türkiye’yi gezebildiniz mi, sevdiniz mi? Sizi ülkemizde tekrar görmek istiyoruz…
Sabah uyandım, gökyüzü pembe beyazdı ve ağlamaya başladım. Ülkeniz çok iyi bir his veriyor. Tekrar gelmek konusuna gelince: İnsanların şunu duymaları lazım diye düşündüğünüzle, onların öğrenmek istedikleri arasında bir fark vardır. Onların neyi öğrenmek istediklerini önemsiyor ve onları buna davet edelim diyorum. Gelmek isterim tabii ki. Farkındalık belki çok fazla ama bir şey duyma kabiliyetleri belki çok az. O zaman onları o duymaya gerek duydukları bilgiye davet edelim.
Sevmiş yani … Bu röportajı 25 Ocak 2019’da yaptık ve 7-8 Mayıs tarihleri için yeniden davet ettik.
Güler Pınarbaşı / 3.Göz Dergisi
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.