Kişisel hayatlarımızda peşine düştüğümüz bazı materyalist hırsları bir kenara koyabildiğimiz sürece bu eşsiz müziğe kulak verebiliriz ancak.

Süleyman Erdem

Dünya’yı karış karış gezerken farkına vardığım, gözlemlediğim ve anlamaya çalıştığım kültürler arasındaki uyum, -akla ilk geldiğinde her ne kadar zıtlığı çağrıştırsa da- adeta muazzam bir gökkuşağının can alıcı renkleri gibiydi. Elinde bavuluyla köşe başlarında fotoğraf çekinen bir turistten ziyade, sırt çantasıyla şehrin arka sokaklarına ve mahallelerine saklanmış gizli kültürün peşinden giderken kaybolan bir gezgine dönüştüğümden beri, tüm dünya kültürlerinin aslında çok sesli bir müzik eserinin birer notası olduğunun farkına vardım. Gezerken keşfettiğim her yeni notanın diğerleriyle içinde bulunduğu uyumu duymak için müzik kulağına gerek yoktu sevgili okur. Kişisel hayatlarımızda peşine düştüğümüz bazı materyalist hırsları bir kenara koyabildiğimiz sürece bu eşsiz müziğe kulak verebiliriz ancak.

Dünya’nın neresine giderseniz gidin, bir çocuğun gülümsemesi nasıl değişmiyorsa, tüm zıtlıkları barındıran kültürlerin bile değişmeyen bazı değerlere sahip  olduğunu fark edeceksiniz. Tayland’da kalacak yerim olmadığı için 1 saat öncesinde uçakta tanışmamıza rağmen bana evini açan Abu Sansabeen ve arkadaşlarının, Uruguay’da otobüs durağında tanıştığımda son yemeğini benimle paylaşan Yahudi dostum Alejandro’nun, Fas’ta ertesi sabah işe gitmek zorunda olmasına rağmen gecenin bir yarısı benimle ilgilenen Adyl’in sahip oldukları din, dil, ırk ve kültür farklılığı, benimle kurdukları o tatlı bağa engel olamamıştı. İşte karşılıksız verilen bu sevgi sayesinde ulaşabiliyor insan o gökkuşağına.

Sistemin dayattığı kalıplaşmış düşünceler döngüsüne kapıldığımız müddetçe her gün işe mutsuz giden, iç huzurunu kaybetmiş, aile bütünlüğü olmayan ve sahte tebessümler ardında çürüyüp giden ruhlara dönüşüyor bireyler. Bu noktada kendimize şunu sormalıyız: Hayatta ne kadar şeyi kendi rızamızla ve tamamen içimize sinerek yaptık?

Yeryüzünde keşfedecek 7 milyar insan ve on binlerce kültür varken, hayatı ev-iş arasından ibaret robotlara dönüştüğünden bu yana çok şey kaçırdı insanoğlu. Teknolojinin getirdiği ekrandan yapılmış “son versiyon” parmaklıklar ardında, toplum tarafından onaylanmak için harcanan bir gençlik ve iş işten geçtikten sonra doyasıya yaşanamayan bir yaşlılık. Çözüm basit aslında. 1960’lı yıllarda “Beat Kuşağı” duayenlerinden olan ve aynı zamanda The Doors grubunun vokali Jim Morrison’ın şu sözlerini hiçbir zaman unutmam: “Dünya’yı istiyoruz ve hemen şimdi istiyoruz!”. Zihindeki özgürlük, keşif ve merak gibi kavramların temelini bir parça, 60’ların California’sından günümüze uzanan bu distopya karşıtı düşünce oluşturuyor esasen. Felsefi açıdan özünü varoluşçuluktan alan bu akımı daha detaylı incelemek isteyen okurlarıma The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd gibi grupların şarkı sözlerini okumalarını tavsiye ederim.

Gezmek ve müzik birbirinden ne denli zıt görünen iki alan olsalar da az önce anlattıklarım sayesinde, aslında ne kadar da sıkı sıkıya bağlı olduklarını görmek zor değil sevgili okur. Bu da kendi içerisinde harika bir “uyum” değil mi?

Küçük bir çocuğun komşu evin arka bahçesini keşfederken hissettiği o garip dürtü tadında olmalı hayat. Yoldan ve yolun bize sunduklarından vazgeçmemeli, onun peşinden giderken aslında bulduğumuz şeylerin bizi biz yapan şeyler olduğunun ayırdına varmalıyız. Yaşam tercihlerimiz sayesinde ömür sandalına kocaman anılar biriktirebilen biz gezginler, keşfetmenin verdiği hazdan beslenen varlıklarız. Yaşam tercihleri diyorum; çünkü toplumun en temel yapıtaşı bireyler olarak kendi kararlarımız sonucu şekillendiriyoruz yaşamlarımızı. Sistemin dayattığı kalıplaşmış düşünceler döngüsüne kapıldığımız müddetçe her gün işe mutsuz giden, iç huzurunu kaybetmiş, aile bütünlüğü olmayan ve sahte tebessümler ardında çürüyüp giden ruhlara dönüşüyor bireyler. Bu noktada kendimize şunu sormalıyız: Hayatta ne kadar şeyi kendi rızamızla ve tamamen içimize sinerek yaptık?.. Bu ve buna benzer soruları kendime sormaya başladığımdan bu yana beni kodlayan temel şeylerin farkına vardım. Beton yığınları ve gökdelenler arasında hayatını daha çok tüketmeye ve gösterişe harcayan bazı insanların sözüm ona tatile giderken kullandığı tabirle “doğaya kaçış” yerine “doğaya dönüş” idi benim temam. Bu lezzette ilerledikçe sevmediğim kış mevsiminden, altında ıslandığım yağmurdan, rengini görmezden geldiğim bir ağaç yaprağından ya da içime çekebildiğim dolu dolu bir nefesten kısacası doğanın insanoğluna sunduğu sayısız mucizeden zevk almaya başladım. İşte bu noktada toplumun daha çok eşya almak üzerine kurulu mutluluk maskesini söküp attım kendi yüzümden. Bu bir farkındalık meselesi sevgili okur. Gerçek öze dönüş ve içsel mutluluk yakalayabildiğimiz bu ve buna benzer anların kıymetini bilmeliyiz. Yazımı bir Kızılderili Atasözü ile noktalıyorum: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

 

3.Göz Dergisi sayı 11 de yayınlanmıştır. 

instagram: genc1seyyah

facebook: www.facebook.com/genc1seyyah

blog: www.genc1seyyah.com

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.