Dergide yazar mısın? teklifi geldiğinde, paylaşmak istediğim şeylerin çokluğu ve ne yazsam ki acaba diye geçirdiğim şaşkınlığın birbirine karışması ile bilgisayarın başına oturdum. Satırlar akmıyordu, çünkü ilk defa kendim için değilde başkası için yazmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Ve kendime yazmadığımda satırların pek de samimiyet içermediğini farkettim. Sanki birisine bir şeyler anlatmak, ciddiyetle yapılabilecek bir şeymiş ya da dergide yazmanın mutlaka bir üslubu olmalıymış gibi düşünceler beni rahatsız ediyorlardı. Sonra tebessüm ederek, Ah evet sizleri farkettiğime göre sevgili düşünceler! O halde konumuzda sizleri farketmek olsun dedim.
Tanışmamıza bu yazıyla başlayacağız ve sonrasında insanla ilgili gizli kalmış pek çok konu üzerinde sanki karşı karşıya sohbet ediyormuşçasına paylaşmaya devam edeceğiz. Sevginin dili bakışlardır, bende her yazımla sizin gözlerinizin içine, ruhunuzun tebessüm ettiği noktaya doğru bakacağım. Bakışlarımız kesiştiğinde ise oradan bir farkındalık doğacak ve hayatınıza etki edecek. İnsanla ilgili temel konuları çekinmeden sorgulayacağız, düşüneceğiz, açıp genişleteceğiz. Hatalar yapacağız, doğruları bulacağız sonra da onun gerçekliğini hayatta tadacağız.
Yaşamda bütün arayışlar “Ben” i bilmek, “Ben” i mutlu kılmak ve “Ben” i doyuma ulaştırmak içindir. Ama bu “Ben” hangi Ben’dir. Bu soru her ne kadar çoğu insana garip gelse de ve “Ne demek hangi Ben, kaç tane Ben var ki?” diye düşünseler de, biraz sonra içimize yapacağımız yolculukta farklı şeylerle karşılaşacağız. Haydi beraber bakalım.
0-7 yaş arasında henüz Benlik geliştirememiş insan yavrusu, yoğun bilgi akışının belli bir eşik noktasını geçmesi ve anne babası tarafından koyulan ismin kendisine binlerce kez tekrar edilmesi sayesinde zihnine ve dolayısıyla vücuduyla (ismiyle) bütünleşmiş bir Benlik algısına kavuşur. Kişi her kendine baktığında sadece vücudunu görmektedir ve vücudunu gördüğünde kendi ismi kafasında belirmektedir. Vücut = İsim = Ben durumu oluşmuştur artık.
Zihin adeta kişinin “Özbeni” üzerine örtülmüş bir perde gibidir. Bir çok katmana ev sahipliği yapar ve hepsini temsil eder. Bu katmanlar ise, duygular, düşünceler, hayaller, inançlardır. Hepsi birbirine bağlıdır. Düşünceyi yoğun bir şekilde Hissederseniz ve sürekli kafanızın içinde doğrularsanız sonunda inanca dönüşecektir. Hayal kurduğunuzda, ona düşünce ve duygular eşlik edecektir. Düşünmeye başladığınızda vücudunuzda hisler ortaya çıkacaktır vb…
Peki düşünceler nereden gelmektedirler? Bize ait olduğunu zannettiğimiz ve ölümüne savunduğumuz düşünceler nereden gelmektedir? Gerçekten bize mi aittirler yoksa nesilden nesile aktarılan toplumsal bir zihin yapısının askerleri midirler? Siz hiç düşünen bir bebek gördünüz mü? Eğer görmediyseniz, o zaman o bebeğe düşünceleri, inançları ve kendi koşullanmalarını kimin aktardığına bakalım.
Çocuk temiz bir sayfa olarak doğar. Anne babası onun ilk tanrısıdır. Ve Onların söylediği herşey ilahi bir emirdir. Aile çocuğun sessizliğini bozan, onu cennetten kovan ilk ve en önemli basamaktır. Toplumun ve sistemin temsilcisi ailedir. Çocuğu ilk kirleten odur. Fakat bu ifadelerde bir suçlama değil, bütün dünyada olan ve olması asla durdurulamayacak olan bir olayın izah edildiğine dikkat edin. Zira her doğan bebek, kirletilmek zorundadır. Buna engel olunamaz. İnsandaki yaratılış mekanizması bu doğrultu üzerine şekillendirilmiştir. Zihnin ve Ben’liğin oluşmaması mümkün değildir. Fakat bunların oluşmasının sonuçları olan kaosun, insanın kaderi olması da beklenemez. Bu kaostan kasıt, duyguların, düşüncelerin ve hayallerin içinde kaybolmak, bir arzudan diğerine savrulmak ve asla huzur ve mutluluk haline girememektir.
Yaratıcının halifelik vasfına sahip olan insan, bu kaosu aşabilme yetisine de sahiptir. İnsanlar, taşıdıkları “Özben”i tekrar farkedebilme potansiyeline sahip olarak bu yeryüzünde var edilmiştir. Uykudan uyanmak ve oyuncakları terketmek olarak anlatılan olay budur. Uyanan kişi, yansıyan görüntüleri değil, o görüntünün yansıdığı perdeyi farkedebilme, o perdeyi göreni farkedebilme ve görüşün kendisini farkedebilme durumlarını kendisinde açığa çıkarmış olan kişidir.
Uyanmak ile uyanmamak arasındaki tek fark, vücudunuz, duygularınız ve düşüncelerinizin siz olmayabileceği olasılığına zarifçe tanık olmak ve bunu gittikçe genişletebilmekten ibarettir. Uyumanın sırrı özdeşleşmek, uyanmanın sırrı ise özdeşlikten zarifçe ayrışabilmektir. Basit bir örnek vermek gerekirse, yeni bir elbise aldığımı düşünelim. Giyip aynanın karşısına geçiyorum ve vücudumla özdeşleşmenin getirisi olarak, Kıyafetleri kendisine çok yakışmış olan “vücut Ben’ime” hayran kalıyorum. Sonra dışarı çıkıyorum ve yemekteyken üstüme şarap dökülüyor, kıyafetim berbat oldu. Yoksa “Ben” mi berbat oldum? Bu kadar kızdığıma ve üzüldüğüme göre kıyafetlerimin değil “Ben”im üstüme çıkmayan bir şarap dökülmüş olmalı. “Ben”ime şarap yapıştı, nasıl kurtulacağımı da bilmiyorum. “Ben”imin öfkesi ve üzüntüsü geçene kadar şarap üstüme yapışmaya devam ediyor. Pahalı bir şarap olmalı, saatlerce beni böyle oyaladığına göre. Şarabın dökülme süresinin bi kaç saniye ama yarattığı duygusal sonucun saatlerce sürdüğü göz önüne alınırsa bu “Ben” biraz aptal olmalı ☺
Her özdeşlik kendi kısır doğası nedeniyle bölücü, parçalayıcı, daraltıcı ve bu nedenle de Bütünsel olan “Farkındalığa” nispetle ahmakçadır. Bütün özdeşlikler her ne kadar o an için bizi mutlu ediyor gibi gözükselerde, geçici doğaları nedeniyle mutlaka bizde kaybediş, üzüntü, öfke, içerleme, değersizlik vb. duygu düşünce sarmallarına sebep olacaklardır. Her özdeşlik belli bir atmosfere sahip olan gezegenler gibidirler. Gezegen ne kadar büyük ya da ne kadar ferah olursa olsun, mutlaka bir sınırla çerçevelenmiştir. Oysa Farkındalık dediğimiz, Özben’in tanıklık ve gözlem hali. Uzay boşluğu gibidir. Herşeyi çepeçevre kuşatmakla kalmayıp, herşeye hayat verir ve hiçbir şeyle de kayıtlı olmaz. O yüzden zihnin durması, “Özben” in boşluk ve huzur dolu deryasına gark olmaya sebep olur. Bu boşluk, bütün huzurun, sevginin ve mutluluğun yegane sebebidir. “Özben”in doğası, hiç bir sebebe ihtiyaç duyulmadan yaşanılan bu Varoluş hallerini meydana getirmektedir. Bu “Varoluşun” kendi halidir.
Ama bu çağda, bu koşuşturmaca içinde bu mümkün mü canım? diye soruyorsun, duyuyorum. Bende seni, Bu soru formatında kendini sende açığa çıkartan ve kendisiyle özdeşleştiren bu “düşünce”den zarifçe ayrışmaya ve “Sen”i bu “düşünce” olmadığını farketmeye davet ediyorum. Şuurunu geriye çek ve bu soruya “haklılık” denilen zihin mekanizmasını kullanmadan “olduğu” gibi “Bak”. Herşeye olduğu gibi bakabilirsen, uyanmanın ne demek olduğunu anlayacaksın.
Düşüncenin sadece bir düşünce olduğunu, duygunun sadece bir duygu olduğunu, hayalin sadece bir hayal olduğunu ve dışsal koşullar dediğin şeylerin hepsine bu duygu, düşünce ve hayal vasıtasıyla bakıp kendi sınırlarını oluşturduğunu ve daha sonrada bunlara mutlak gerçekliklermiş gibi iman ettiğini “farkettiğinde” zihnin büyüsü bozulmaya başlar. Ben, seni, iman ettiğin şeyleri sorgulamaya davet ediyorum. Herşeyin asli doğasına beraber bakmaya davet ediyorum. Her özdeşleştiğimiz şeyin batıp gitmeye, ölüp gitmeye, geçip gitmeye mahkum olduğunu farketmeye davet ediyorum. Hani Hz. İbrahim, yıldızlara, aya ve güneşe bakıp onların Rabbi olduğunu düşünmüştü ve sonra “Ben batanları sevmem.” demişti. İşte bizde batanlardan yana değilde, o hiç batmayan ve yok olmayan ilahi boşluktan yana olursak. O farkındalık bizde gittikçe daha da çok genişlemeye başlayacaktır.
Uyananlar demişlerdir ki: Zihin mükemmel bir araçtır ve çok kötü bir efendidir. Düşünmekte, hissetmekte, hayal etmekte kötü bir şey olmadığını fakat bunlarla özdeşleşmekte ve kendimizi kaybetmekte bir sorun olduğunu anlamalıyız. “Özben”in farkındalığı kaybedilmeden düşünülen hiçbir düşünce, hissedilen hiç bir duygu senin huzurunu bozamaz. Bilinç %1 alan kaplar, bilinçaltın ise %99 ve sen bu %1’lik kısım ile %99’u aydınlatmak ile mükellefsin. Halifelik sırrı budur. Baktığın zaman bakılanın değil, bakışın farkında ol. Her özdeşleştiğinde, bunu farkettiğin an zarifçe geriye çekil. Özben’ini bir fikir olmaktan kurtar. Özben’ini duygu seli içinde savrulmaktan arındır. O’nu rüyadan uyandır. Ölmeden evvel ölmek çağrısına kulak ver. Ey dostum! O bilincin ışığını her hücremize yaymamız dileğiyle…
Kerem Ali Altınkaya
arşivden
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.