Yazı: Doç. Dr. Haluk Berkmen

  

İnsanlar en eski dönemlerden beri dünyayı ve insanı kimin veya kimlerin yaratmış olabileceği üzerine çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. İnsan-Evren-Tanrı üçlüsünü birlikte ele alıp tutarlı bir şekilde açıklayan kadim görüşlere Kozmogoni denmiştir.

Kozmogoni, Yunanca Kozmos (düzen) ve Gnosis (sezgi ile elde edilen bilgi) sözlerinden oluşmuş, evrenin ve evrende görülen düzenin sezgisel oluşumunu belirtir. Kozmogoni bilimsel olmaktan çok, mitoslardan, inançlardan ve sezgisel yorumlardan oluşmuştur. Kadim dönemde evrenin oluşumu hakkında hemen her kültürün kendine göre bir açıklaması olmuştur.

Örneğin, M.Ö. 427 ile M.Ö. 347 yılları arasında yaşamış filozof Platon (Eflatun) evrenin yoktan yaratılmadığını ve Demiurgos adlı bir güç tarafından oluşturulduğunu savunmuştur. Demiurgos var olan sonsuz ve bütünsel varlık alanına şekil veren tanrıdır. Sonsuz ve bütünsel varlık alanı sabit ve değişmez bir yapı değildir. Akışkan, kaynayan ve şekilden şekle girebilen bir tür enerji alanıdır. Platon bu alana idea alanı adını koymuştur. Platon gerçek bilginin idea alanında bulunduğunu ve insanın bu bilgiyi keşfettiğini ileri sürmüştür. İdea alanı sonsuz ve bütünsel bir enerji alanı olarak yorumlanabilir.

Asya kadim Türk kültüründe de benzer ve sonsuz bir alanın varlığından söz edilir. Türk mitolojisinde ve Altay destanında anlatıldığına göre, evrende herhangi bir nesne var olmadan önce sonsuz ve bütünsel bir su okyanusu vardı. Bu su okyanusundan dünyadaki karaların ve hatta insanın oluşumunu sağlayan tanrının adı Ülgen idi. Türk kozmogonisine göre dünyanın oluşumu Altay destanında şu şekilde anlatılıyor:

Yer, gök hiç bir şey yokken sadece sonsuza yayılan su vardı. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız suların üzerinde durmadan uçuyordu. Su içinde yaşayan Ak Ana su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen’e şöyle dedi: “Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren ve de ki ‘bolsun kıl’ (yaptım oldu). Sadece bunu söyle. Hele yaratır iken, yaptım olmadı deme”. Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Ülgen bu sözler üzerine suya dalıp suyun dibinden toprak çıkardı ve kara parçalarını oluşturdu. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü. “İnsanoğlu bolsun kıl” dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Bu ilk insan da Oğuz adında insanların ilk atasıdır.

Bu mitosta temel kavram “yaratmak” veya yoktan var etmek olmayıp, var olan bir alana şekil verip ortaya çıkarmaktır. Kadim Türkçedeki “Bolsun Kıl” sözünü İslam inancında Allah’ın ol emrinde veya “Emr-i Kün-feyekün” sözünde buluyoruz. Bu ‘ol’ emri ile acaba yoktan var etmek, yani yaratım mı? Yoksa zaten var olan bir varlık alanına şekil vermek mi kastediliyor? Zira İslam inancına göre 6 tane âlem vardır. Bu âlemlerden ilkine Hahut âlemi denir. Hahut âlemi belirsiz ve tanımsız Ehadiyet/Vahdaniyet âlemidir. Ehad sözü bölünmesi ve parçalara ayrılması mümkün olmayan bütünsel birliği ifade eder. Bu âleme belirsizlik âlemi de demek mümkündür. Belirsiz ve karmaşık olan Kaos, şekil alıp düzenli yapılara dönüştüğünde Kozmos ortaya çıkar.

Evrende düzenli yapılar ve sistemler olsa da, bu düzenli yapılar/sistemler sonsuza kadar varlıklarını sürdüremezler. Düzen daima yerini düzensizliğe bırakır. Benzer şekilde de düzensizlik daima yeni bir düzenin ortaya çıkmasına neden olur. Kaos-Kozmos ve Kozmos-Kaos döngüsü varlığın en temel ilkesidir. Bu döngüye Yaşam-Ölüm döngüsü de denebilir. Yaşam sadece canlı varlıklara ait bir özellik değildir. Evrendeki yıldızlar ve milyonlarca yıldız barındıran gök adaları dahi belli bir süre yaşarlar ve bu sürenin sonunda dağılıp yeni yıldızların ortaya çıkmalarını sağlarlar. Yaşam süresi her var olan için farklı olsa da sonsuz değildir. Ancak yok oluş da mümkün değildir. Fransız bilim adamı Antoine Lavoisier (1743 – 1794)

“Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey yok olmaz” demiştir.

Onun bu sözü Kimya biliminin temelini oluşturur. Artık varlık alanının sonsuz ve bütünsel bir enerji alanı olduğunu tüm bilim dünyası kabul ediyor. Albert Einstein (1879 – 1955):

Maddeyi, aşırı derecede yoğunlaşmış uzay olarak algılayabiliriz. Söz konusu yeni fizik anlayışında hem enerji alanına ve hem de maddeye ayrı ayrı yer yoktur. Çünkü burada ‘alan’ tek gerçekliktir”  demiştir.

Bu açıdan bakıldığında, insan yaratamaz ve yoktan var edemez. Sadece var olan yapıları ve olguları izleyerek, elindeki malzemeden yeni yapılar oluşturabilir. Bilimin amacı doğanın nasıl çalıştığını ve evrendeki düzenli oluşumların hangi yasalara bağlı olarak ortaya çıktığını keşfetmektir.  Tüm yeni buluşlar ve geliştirilmiş olan aletler birer icat olmaktan çok birer keşif olarak görülmelidirler. Her büyük icadın başlangıcında küçük bir keşif bulunur. Örneğin, radyo, TV, bilgisayar ve cep telefonu icat edilmeden çok önce Michael Faraday (1791 – 1867) elektrik alanının bir mıknatıs alanı ile bağlantılı olduğunu göstermiş ve elektromağnetik alanın varlığını keşfetmiştir.

Yaratıcı düşüncenin kaynağında var olan olgulardan sonuçlar çıkararak yeni kavramlar üretmek bulunur. Yaratıcı düşünce sayesinde kaostan kozmos, karmaşadan düzen ortaya çıkar. Karmaşadan düzen oluşturabilmek için öncelikle karmaşanın nedenini sorgulamak gerekir. Zira karmaşanın da kendine ait gizli bir düzeni vardır. Bu gizli düzeni keşfedebilmek için bir miktar risk almakta ve bilinmeze doğru cesaretle yönelmekte fayda vardır. Eğer Kristof Kolomb (1451 – 1506) cesaretle ve risk alarak Atlas okyanusuna açılmamış olsaydı yeni bir kıtayı da keşfetmiş olmayacaktı.

Tüm büyük iş adamları, liderler, filozoflar ve bilim adamları risk alarak başarıya ulaşmışlardır. Başarının nedeni de ilgilendikleri konuya tüm varlıkları ile istençle katılmış olmalarıdır. İstenç ile istek arasında fark vardır. İstek akıl ve mantık ile bilinçten kaynaklanırken, istenç bilinçaltını da içeren bir katılım ve yaratım arzusudur. Bu tür bir yaratım içtekinin dışa yansımasını ve söze dökülmemiş bir niyetin belirgin hâle dönüşmesini içerir. İnsan bilinçaltını kullanarak kendi enerjisi ile evrenin enerjisi arasında bir bağ oluşturabilir. Buna ‘İstenç Yasası’ diyebiliriz. Çünkü önce ilgi, istenç, yöntem ve sonunda eylem oluşur.

İstenç yasası hakkında 3. Göz dergisinin 9. Sayısında ayrıntılı bilgi verilmiştir (*) . Şahsi çıkar içeren istekler bencillik (ego) içerdiğinden çoğu zaman ters teper veya hiç gerçekleşmez. Önemli olan insanın kişisel çıkarlarını ikinci plana itmesi ve eskilerin deyimiyle “Hulûs’u pak” olmasıdır. Hulûs sözü, “hâlis olanla” yani saflıkla, doğrulukla ilgilidir. Hulûs’u pak olmak temiz niyetli, samimi ve içten olmak demektir. İnsanda istenç olmadıkça hiçbir konuda başarılı olması ve bilgisini yaratıcılığa dönüştürmesi mümkün değildir. Yöntemli istenç eyleme dönüştüğünde kişinin farkındalığı (bilinci) de ani bir dönüşüme ve değişime uğrar.

İstenç ile beliren bilinç değişimini Niyazi Mısri (1618 – 1693) bakın nasıl anlatıyor:

 Derman arardım derdime derdim bana derman imiş
Burhan sorardım aslıma aslım bana bürhan imiş

Sağ u solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu,
Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş.

Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben gayriyem,
Benden görüp işideni bildim ki ol canan imiş.

Savm u salat u hacc ile sanma biter zâhid işin,
İnsan-ı Kamil olmağa lazım olan irfan imiş.

Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk-el Yakin
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş

İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hakk’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş

Niyazi Mısri derdinin dermanını (derman: çare) kendi dışında ararken anladı ki çarenin kanıtı (bürhan: kanıt) dışarıda değil, kendi öz varlığını tanıyabilmekte imiş. Burada sözü edilen dert fiziksel bir hastalık değil, manevi bir sorgulamadır. Soruların yanıtlarını dışta değil, içte kendi öz benliğinde bulmuştur. Çünkü dert edinilen pek çok şey aslında kendimizin üretip ciddiye aldığı düşünce kalıplarıdır. Bu tür düşünce kalıplarına varsayımlar ve önyargılar diyebiliriz. Aslımızın (özümüzün) ne olduğuna dair sorularımızın yanıtları ve kanıtları kendimizi tanıdığımızda belirir. Kendimizi tanımak için zihin ve us yeterli değildir, ayrıca sezgi ve istenç de gereklidir.

Şiirde sözü geçen Hakk sözü ile Tanrı/Allah kastediliyor. Hakikat sözü de ‘Hakk’ ile ilişkili olup, batı dillerinde kullanılan “truth, wahrheit, vérité” sözcükleri ile ilgisi yoktur. Hakikat herkese açık değildir ve görmeyi başaramayanlar için bu gerçeklik boyutu gizlidir (pünhan: gizli). Hakk sözünden türeyen ‘hak’ sözü yasalara bağlı doğruluk ve adalet ile ilişkilidir. Hak dünyevi bir kavramdır, hakikat ise uhrevi. Diğer bir ifade ile biri fizik âleme aittir, diğeri metafizik âleme.

Tasavvuf ehli hakikate üç farklı mesafede bulunabileceğimizi ve bu mesafenin  ‘yakîn’ sözü ile ifade edilebileceğini belirtmiştir. Dilimize ‘yakın’ olarak girmiş olan bu söz, uzakta olmayan, elle tutulur, gözle görülür bir mesafede olan için kullanılır. Tasavvuf öğretisinde üç türlü yakîn vardır.

İlm-el Yakîn: Analitik ve ayırımcı mantıkla ulaşılan hakikat bilgisidir. Bilimsel görüşe göre mutlak olan ve herkes için aynı olan değişmez bir gerçekten söz edilemez. İlmi gerçek mutlak değil, geçicidir ve yeni bilgilerin ışığında deneye ve gözleme bağlı olarak değişebilir. İlim (Bilim) dış dünyayı gözleyerek, yani örtülü olan gerçeklerin üstünü açarak keşfeder. Bilim ve teknik sayesinde geliştirilen yeni aletler yaratıcılıktan çok keşif içerirler.

Ayn-el Yakîn: Arapça “göz” anlamına gelen ayn sözünü içeren ‘aynel yakîn’ ifadesi bir şeye yorum getirmeden ve zihni devreye sokmadan gözle görür gibi farkına varmayı belirtir. Bu tür bir görüşle elde edilen bilgi kişiseldir ve anlık bir aydınlanmadır. Ayn-el Yakîn boyutuna ulaşmış kişiler metafizik âlemle olan yakın ilişkilerinden dolayı ve dış dünyadan çok kendileri ile ilgilendiklerinden yeni bir benlik yaratırlar. Bu yeni benlik yaratımı için Sufi kişiler “ölmeden önce ölmek” deyimini kullanmışlardır.

Hakk-el Yakîn: Ölmeden önce ölmeyi başarmış olan kişilerin ulaştığı bilgelik boyutuna denir. Bu boyutta kişi görmeyi de aşmış, bizzat O (bütünsel varlık alanı) ile bütünleşmiştir. Tasavvuf ehli bu yakınlık durumuna Fenafillah durumu demiştir. Bu terim Fena-fi-Allah olarak açıldığında, “Varlığın tekliğinde yok olmuş kişi” anlamı belirir. Fena sözü aslında “yok olma” anlamını içerirken zamanla “kötü” anlamına dönüşmüştür. Hakk-el Yakîn bilgeliğine ulaşıp saflaşmış kişilerin benlik boyutuna Nefs-i Kâmile adı verilir.

Kadim bilgeler “hakikate ermek” sözünü kullanırlardı. Bu ifade hakikate gözlem ve deneyle ulaşılamayacağını, ancak sezgi ve katılımla kavranabileceğini belirtiyor. Çünkü ermek fiili ermiş (bilge) kişinin eylemidir. Ayrıca “kemale ermek” diye bir söz vardır ki, olgunlaşmak, İnsan-i Kâmil olmak anlamını içeriyor. Ermek fiili ile varmak, ulaşmak, kavuşmak, olgunlaşmak fiillerinin arasında yakın bir ilişki var. Burada varmak istenilen bölge hakikat bölgesidir ki 5-duyu ile ulaşılamaz. ‘Varmak’ fiili ‘varlık’ sözcüğü ile de ilişkilidir. Aslı ‘barmak’ olan bu söz, barınak kavramını, yani korunaklı hakikat alanını akla getiriyor. Demek ki, eren kişi korunaklı hakikat alanına varmış olan kişidir.

Hakikat bilgisine ulaşmış bir insanın yaratıcılığı teklikteki çokluğu ve çokluktaki tekliği kavramış olmasından türer. Teklik ve birlik sözleri ile yukarıda adları geçmiş olan Ehadiyet ve Vahdaniyet alanları kastedilir. Bu tür bir birlik alanında sonsuzluk vardır. Teklikteki sonsuzluğa noktanın sonsuzluğu diyebiliriz. Nokta sözüyle kastedilen matematik nokta değil, “şimdi ve burası” noktasıdır. Şimdi ve buradan sonsuzluğa sıçramak mümkündür. Nokta kendi başına bir kavram, bir bütün, bir kül, bir âlemdir. Dolayısıyla, âlem sözü ile evreni değil, tümel olan ‘sonsuz hakikat alanını’  anlamamız gerektiği görüşündeyim.

Şimdi ve burada olan kişinin farkındalığı yüksektir. Bu tür bir farkındalık iç (bâtın) ile dış (zahir) bütünlüğü içerir. Zahir olan zuhur edendir ve aniden kendini belli edip ortaya çıkandır. İnsanlar bu tür bir farkındalık sonucu oluşturulan nesnelere  “icat” veya “yaratı” deseler de asıl etkin olan, insanın bilinçaltı veya bilinç ötesi sezgisel bâtın bilgisinin keşfidir. Olaylara katılarak yeni açılımlarda bulunmak, yeni aletler geliştirmek veya yeni düşünceler üretmek hep iç-dış işbirliği sayesinde olur. İnsan ancak bu bâtın-zahir işbirliği sayesinde yeni buluşlar yapabilir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bâtın-zahir ilişkisi olmadan ve istenç devreye girmeden ne yeni bir fikir ne de yeni bir alet üretmek mümkündür. Sezgilerini yaşama geçirebilen, düşünceden varoluşa dönüştürebilen kişiler için “gerçek anlamda kâşif” veya “yaratıcı” sıfatını kullanmamızın doğru olduğu görüşündeyim.

 

Sizin fikriniz nedir?