Yazı: Çağrı Dörter
Aydınlanma gelenekleri, bilgelik öğretileri, tasavvuf, varoluş ve insan ilişkisi, insanın kim ve ne olduğu, daimi iç sıkıntısının nedeni, yaşam içindeki yeri ve dinlerin kökeni hakkında yazılmış olan Anka’nın Kanatları serisinin ilk kitabından alınmıştır. Yakın zamanda ikinci kitap olan Aşk ve Ejder’den de bir alıntı yapacağız.
– Neden her şeyi unutmuş halde gezmesine izin veriyor beşerin doğası? Nicesi, hiçbir şey sormadan yaşıyor ve ölüyor… Kendi varoluşlarının sırrını, bu mucizevi varoluşu merak etmiyor olabilirler mi? Onların kıyam etmesini (ayağa kalkmasını, varlık kazanmasını) sağlayan Kudret, neden buna izin veriyor?”
– Bu, onların korunması için…
– Nasıl?
– İnsan bedeninin kendini korumak üzere aldığı önlemler hayranlık uyandıracak düzeydedir… Kimi zaman panik halinde bilmez insan neresinin kesildiğini; acı hissetmez… Kimi zaman kaynağını bilmediği bir güç ve dayanıklılık gösterir tehlike anında… Nasıl kaldırdı o ağırlığı? Nasıl koştu o mesafeyi? nasıl dayandı? Anlayamaz…
Şuurun kaldırabileceğinden fazlasıyla karşılaştığında ise beyin; altından kalkamadığının üzerini örtmekten başka şansı kalmaz.
Şaşkınlıklar ve yetersizliklerle dolu bebeklik dönemleri hatırlanmaz. Ani kazalar, o anda silinir hafızadan…
Bazen insanlar…
Olaylar…
Sözler…
Ancak tüm insanlığın ortak travması; en sarsıcı ve en akıl almaz olanlardandır. Öyle ki beyni bu ani, açıklanamaz ve rahatsız edici deneyimi tamamen gömer ve mesaisinin büyük bölümünde onun geri gelmesini engelleyecek geniş çaplı önlemleri alır…
Travmaların en büyüğü, bilinmeyen bir evrende,
bilinmeyen bir dünyada…….
Bir anda doğmaktır!
Doğmanın dahi ne olduğunu bilmeden… Gülen yüzler ve bir şaplak! Belki de hayatı boyunca içten içe ağladığı şeydir insanoğlunun üzerinden atamadığı, o şaplağın şaşkınlığı…
Doğanın “büyük travmayı”atlatabilmesi için insanoğluna verdiği en büyük armağandır gaflet… Bu dünyada hayretten aklını kaybetmemesi ve işlerini görebilmesi için bahşedilen unutkanlık hali; hayata bir başlangıç yapabilmesi için bir nimet gibidir. Bu şekilde, sanki hiçbir şey olmamış gibi her gün işlerine gidip, evlerine dönebilsin diye insanlar… Yan etkisi, bu hayret verici varoluşun ortasında, ışıkların kendiliğinden yanmasını bekleme eğilimidir. Evlenir, aileler kurar, çocuk sahibi olurlar… “Işıklarla ilgileniriz bir ara…” Eğitim görür, iş sahibi olur, tatillere çıkar, spor yapar, politika ve sosyal faaliyetlerle uğraşırlar… “Işıklar var mıydı?” Birbirleriyle günlük hayatın iniş-çıkışlarını konuşurlar… “Belki de yoktu…” Ve sayısız uğraş edinirler… “Ne ışığı?..”
Tüm bunların temelinde kaçtıkları şey nedir? Hatırlamak…
Nadir anlarda o sessizlikle baş başa kaldıklarında ise; bedenin, beynin ve zihnin alarm zilleri çalmaya başlar! Çünkü sessizlik ve dinginlik, çünkü sekine (derin sükûnet hali); geçirdiği travma sonucu içine gömdüğü ve unuttuğu “şey”i ona tekrar hatırlatmaya başlamıştır…
Hemen canı sıkılır insanın…
Bu durum biraz daha devam ederse; o boşluk, o sessizlik korkutucu olmaya başlar. Bazen bir kitap aklını dağıtmasını sağlar. Belki bir ses veya biraz müzik, derinlerde her ne varsa onun (veya O’nun) geri gelmesini önler. Kimi zaman da düşünceler koşar imdadına; geçmiş veya geleceğe ait…
“Şükürler olsun…
Kapı çaldı.”
– Ve hep bu şekilde mi gider?
– Düşünce kalabalığı, oyalanacak aktiviteler ve gürültü onun emniyet sübabları olduğundan, yaşadığı dünyayı şekillendirirken her an bu üçünün var olabileceği ortamlar yaratma zorunluluğu hisseder… Gürültülü şehirlerden gürültü dolu tatil bölgelerine gitmesi, koşuşturma dolu bir çalışma sürecinden sonra aktivite dolu tatillere çıkması, onun boş zamanlarında “sessiz kalma korkusu”na karşı aldığı yoludur ve her şeyi ama her şeyi bu kaçış için kullanabilir. Çünkü tanımadığı ve bilmediği bir yabancıyla yalnız kalmaktan korkar insanoğlu… Özellikle de kendisiyle…
Bu nedenle gürültü onun en derin bağımlılığı, en yoğun zikri, en büyük afyonudur… Bulamadığı anlamı ve dolduramadığı boşluğu unutma yoludur… Ve her şeyi; ama her şeyi bu kaçış için kullanabilir… En değerli Hakikat sözlerini dahi…
Peygamberlerin, velilerin, aydınlanmış insanların yanlarında bir ömür geçiren yüzbinlerle, onların yolunu devam ettirebilen birkaçının sayısını oranlarsan, neden bahsedildiğini anlaman daha kolay olur.
– Kimileri daha farklı eğilimler gösteriyor, değil mi?
– Kimilerinde, doğanın ve toplumun aldığı seri önlemlere rağmen açıklanamaz eğilimler ortaya çıkar. Hayatı yolunda(!) giderken o, ortaya çıkan farklı bir sezgi tarafından dürtülmeye başlar: “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Burada neler oluyor?”
Alışılmadık bir şekilde, kitlelerin düşünmeye karşı büyük kalkanı olan “bunları fazla düşünmek iyi değildir” sloganı da onu yolundan çevirememiştir. Bu sloganı benimseyenlerin zaten akıllarını çoktan günlük oyunlarına kurban etmiş olduklarını idrak etmeye başlar.
Bir iş bulmak için aldığı eğitimin ve karnını doyurmak için yaptığı işin zamanla ‘kimliği ve hayatı’ halini aldığının bir anlık kavrayışı dahi, genellikle o insanın yönünü bir daha geri dönmemecesine değiştirecektir.
Kimileri buna uyanma sürecinin başlangıcı dese de travma sonucu oluşturdukları oyuncaklarla son derece ciddi oyunlar oynayanların kurduğu sisteme aykırı ve yabancı olan bu eğilim, sistem doktorlarının çoğu tarafından şüpheyle karşılanacaktır. Bilgileri dâhilinde olmayan bir durum, onların gözlemlenen semptomlara isim takmasına engel değildir… Nasıl isim takmışsa beşer “sonsuzluk” ve “Yaradan”a, ne olduklarını idrak edememesine rağmen; gördüğü her “farklı olan”a da isim takabilir; aynı şekilde… Böylece dışarıdan açıkça “bilmiyorum” veya “anlamıyorum” demekten kurtulurken, kendi benliklerindeki öz imajlarının da dengesini korumuş olurlar.
Toplumca makul ve kabul edilebilir düzeyde bir sorgulama ancak arada sırada “Sahi ne yapıyoruz burada, değil mi?” diye sormak ve kahveden bir yudum daha almak yoğunluğunda olmalıdır. Buna inanan kalabalıklar için bundan fazlası “gerçekten fazla” olacaktır. Ve bundan fazlasının gündeme geldiği anlarda tek çözüm “oradan gazla” olacaktır… Bir yandan da böylesine mizah doludur insanoğlu…
Travmanın sonucunda girdiği rüya durumundan uyanmak isteyen bir birey, kimi toplumlarda hemen gözetim altına alınarak normale(!) döndürülmek üzere yardım(!) görür. Çevrelerince yapılan uzun telkinler sonucunda kitlesel rüyaya tekrar katılmayı seçenler; travmatik toplumları tarafından sevinç ve coşkuyla karşılanırlar… Sözde tedavileri(!) tamamlanmıştır! Bu sağlıklı(!) halinin devamı artık yakın çevresinin bir yandan günlük telkinleri sürdürürken, bir yandan da ona “yeni meşguliyetler” yaratmasına bağlı olacaktır… Kimileri bu “toplumsal çaba”yı; rüyalarından memnun olan kitlelerin deliliklerini savunma refleksi olarak yorumlar… Bazı toplumlar ise, o bireyde bir “potansiyel”in harekete geçtiğine inanır ve bu duruma destek olurlar… Ancak bu birey, toplumunun genel anlayışlarıyla çelişecek cevaplara ve idrak mertebesine ulaştığında, alacağı tepkiler yine aynı olacaktır: Onu maddi değil ama toplumca kabul edilmiş spiritüel bir rüyaya geri döndürme çabası. Kendi gördüklerine…
Bu bireylerden nicesi, sezdiklerinin derinliklerine indikçe şaşırtıcı sonuçlara ulaştıklarını ilan etmişlerdir… Okulları yakılmadan, çarmıha gerilmeden, derileri yüzülmeden hemen evvel…
“Duydun mu intiharını beşeriyetin?
Kendi okulunu yakmış önce…
Ardından kendi derisini yüzmüş…
Tam da gözüne girdiğine inanmışken O’nun…
Ardında; şehrinin yandığını görmüş…”
Bu değerli insanlar, dünyanın, varoluşun farkındalığından neredeyse tamamen uzaklaşarak hiçbir şey olmamış gibi davranmada son derece istekli olanların işlettiği bir rüya makinası gibi kendi etrafında dönüp gitmekte olduğunu dile getirmişlerdir… Doğanlar bu rüyayı görmek üzere eğitilmekte, programlanmakta ve onlar da çocuklarına bu rüyayı görmeyi öğretmektedirler… Bir anda ortaya çıkıverdikleri ve hiçbir büyük soruya cevap bulamadıkları bu varoluş onları o kadar rahatsız etmiştir ki, çocukluklarında sordukları hakiki sorulardan ümidini kesip, sorgulamadan ve düşünmeden öğrendiğini diğerlerine aktaran, otomatik ve programlı robotlar olmayı seçmişlerdir birçoğu…
–Peki kim yaşıyordur o hayatları?
– Tabular, inançlar, gelenekler, görenekler, huylar, saplantılar yaşar insanlar üzerinden… Tek yaşamayan ise; o insanların “kendileri” dir…
– Ama bir yandan da dışarıdan -içlerimizde ne olursa olsun- birbirine benzer canlılar olarak görünüyoruz…
– “Canlı olmak” la “yaşamak” aynı şey midir? Bitki veya hayvan olmak ister miyiz, onlar da “canlı” diye? Ölüm gibi mi gelir, bu -onlara göre yüksek- bilincimizi kaybetmek? Yaşam bilinçle ölçülüyorsa eğer, ne kadar farkındayız olup bitenin? Ve ne kadar “canlı”?
– Şimdi anlıyorum…
– Afyon arar insanoğlu kendisiyle yüzleşmekten kaçmak, kurtulmak için… Ve aradığını da bulur çoğunlukla, bu afyon zengini dünyada… Elbette “afyon” yazmaz bulduğunun üzerinde… Ciddi, önemli ve yararlı bir iş gibi görünmelidir… Sadece diğerlerine değil; başta kendine…
Bu kaçışı haklıdır bir bakıma…
Egosunun sarsılmasındansa, uyuşarak dalmak rüyaya…
Daha çekici…
Daha kolay…
– Uyanmak isteyen ne yapacaktır peki? Kime anlatacaktır içindekileri? Kiminle paylaşacaktır?
– Kendi içindekiyle dost olana kimselerin dost olamayacağını söylemiştir, onlardan biri… Uyumayı seven, onu uyandıracak her şeye düşman olacaktır… Bu; kendi hakikati, özü veya ruhu olsa dahi…
Uyanmak isteyen; toplumu içinde yalnız olacaktır…
Üstelik bu, kalabalıklarla giderilemez cinsten bir yalnızlık olacaktır…
Sadece bu derde sahip bir diğeri…
Bu kalabalık ama ıssız evrende…
Bir dost…
“Bir dost…”
Böyle bir dostu tanımakla tanımamak arasındaki fark, hayatiydi!
Ne kadar coşkuya kapılırsa kapılsın, kısa süre içinde günlük hayatın dinamikleri tarafından sindirilen ve kaybedilen “yola devam etme gücü”nü ona her seferinde geri veren “bir dost”…
Görüş alanı dışında kalan sayısız engele dikkat çeken, ona ayna tutan, bilmediği bu yolda her ihtiyaç duyduğunda dayanabileceği “bir dost”…
Kitaplarda yazanları içinde diriltmiş ve elinden tuttuğunu da her seferinde aynısını yapmaya tahrik eden “bir dost”…
Belki de ömürler boyu düşünse anlayamayacağı noktaları ona bir sözle, bir imle, bir hareketle gösteren ve içsel düğümlerini bir anda çözen “bir dost”…
Her seferinde, karşısından içinde bir şeyler dönüşmüş olarak ayrıldığı “bir dost”…
Gördüklerini söylemekten çekinmeyen, yeri geldiğinde sıra dışı bir açıklıkla bunu yaparken, yeri geldiğinde dünyanın en şefkat dolu insanı olabilen “bir dost”…
Kendisinin de dâhil olduğu uyurgezerler dünyasında, uyanmış “bir dost”…
Ona, maddi bir bedel bir yana, bir teşekkür dahi talep edilmeden verilen bu paha biçilmez nefeslerin ve emeklerin hakkını nasıl ödeyebilirdi?
“Hiç boşuna debelenme…” demişti bir keresinde ona; “davet aldığın menzile yürümeye devam etmekten başka ödeme kabul etmeyiz…”
Serinin diğer kitapları hakkında bilgi almak, yazımı süren kitaplardan ön alıntılara ulaşmak ve konuyla ilgili paylaşımları görebilmek için sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz.
Konunun daha detaylı anlaşılması amacıyla kaleme alınan ve ücretsiz sunulan e-kitaplara buradan ulaşabilirsiniz: